facebook twitter instagram youtube html5 sitemap Bizi Takip Edin

zamanını bekleyen özel bir mektup

zamanını bekleyen özel bir mektup

zamanını bekleyen özel bir mektup

füruğ‘un “sen benim göğsüme başını yaslardın, dinlerdin ama görmezdin beni ancak” deyişi ile paralel bir hüzün varmış bu dizelerde, onu gördüm.

merhaba çok uzun yıllardır el yazımla mektup yazmamıştım. biliyorsun vapurda, motorda, tramvayda kağıtlara şiirler yazan, kâğıtta çalışan birisi olarak bu aslında kağıda kalemin değmesi noktasında yabancı bir duygu değil. üstelik her yazdığım şeyi de on yıl önceki yazıyla kurduğum anlam dünyasında herkese açık yazılan “kimsesiz mektuplar” olarak algılayan benim için. ama yine de mektup yazıyor olmak (bizzat) oldukça özel bir duygu yaratıyor benim için. on yıl önce avuçlarımdan sular fışkırarak yazma eyleminin farkında olarak yazdığım o gece (tarihine baktım; 16 ağustos 2003’müş) kimsesiz mektuplar yazacağım adına ister şiir desinler, ister şiirsel, ister yazı. ben biliyor olacağım ki alıcısı belli olmayan belki yazanı bile kendimin olmadığı mektuplar yazacağım diyerek, ve bu dediğimi yazarak soyunmuştum bu işe. şimdi 2013 ağustos’unda alıcısı belli olan bir mektup (harbi) yazıyorum şu anda sana. amacım sözü uzatmak değil, benim için anlamının altını çizmek ve anlatacağım şeyle bağlantılı yanını da aktarmak. dün yazışmada söz ettim aslında ama aklın doğal olarak zamana karşı yetiştirmeye çalıştığın yazılarındaydı. belki algıladın, belki o yoğunlukta karambolde kaynadı, bilemiyorum. senden bu konuda bir geri ileti de almadığım için (yazışma esnasında buna dair bir cümle) karambole gelme ihtimalini de hesaplayarak oturup yazmak istedim. çünkü yıllar önce birbirimize sır ortağı olalım demiştin. benim için önemli bir iç doğum gibi yaşanan bu gecenin dikkatinden kaçmış olmasını istemem sır ortağımın.

çalıştığı, okuduğu, izlediği, dinlediği şeye oldukça yoğunlaşabilen bir yapım olduğunu biliyorum. bu yapı, pek çok şeyi içimden geçerek algılamamı, dahası yaşamamı sağlıyor. bu benim hayatta zorlandığım yanlarımdan aslında. canım çok yanıyor yanınca. sevinince çok seviniyorum. burulunca çok, heyecanlanınca çok. azı, kararı nedir bilmiyor gibiyim. belki de öğrenmek, çoğunu bildiğim şeyin azına razı olmak istemiyorumdur kim bilir. o yüzden dün gece yazı’yla, yazı üzerinden kendimle kurduğum ilişki açısından beni bile şaşırtacak düzeyde bir duygu yaşadım. öyle ki on yıl önceki o gece yarısı olduğu gibi avuçlarımdan sular fışkırdı. hatta saç diplerimden, tüm bedenim su ter içinde kaldı diyebilirim. tansiyonum kaymış olmalı, başım hayli döndü. hemen bir salatalık kesip tuzlayıp yedim. yetmedi ıslak avucuma tuz döküp hızla yaladım. canım inanılmaz tuz çekti resmen. başımın yeterince dönmesi yetmiyormuş gibi buzdolabında az kalan şarabı aldım, direk şişeden kafama diktim. oturdum koltuğa, bir sigara yaktım. canım halâ şarap çekiyordu.

kendi kendime sesli söyledim. “beni bu gece kendimle böylesi içiçe (başbaşa demiyorum; içiçe) bırakan her şeye teşekkür ediyorum. fark ediyorum ki” dedim, “oğlumu doğurduğum gecenin yirmi birinci yılında kendimi doğuruyorum kendi gözümde. kendime teşekkür ediyorum. çok zengin olan yalnızlığıma… ve içimde böylesi coşan ırmağa. bunu fark eden yüreğime. görebildiği hâlde de görebilen gözlerime. ve çok seviyorum kendimi” dedim. bunu bende sağlayan şey elbette üst üste gelen nicel birikimlerin nitel sıçraması… o anda yaşadığım tek bir anı bir tek o anın koşulları ile anlamanın yanlış olduğunu bilecek kadar diyalektik biliyorum. epeydir bulmaya çalıştığım, duymaya çalıştığım sesim. ses peşinde olan kovalamacam. dün gece yeterince yalnız, korunaklı ve kimsece dokunulmayacak olduğumu anladığım için belki de içim nasıl istiyorsa öyle yapabileceğimi bildiğim için olabilir.

dosyamı açtım ve anarhy şiirlerimi okumaya başladım. her şey böyle başladı işte. dize dize tek tek ve sesli ve yavaş… okuyordum. kendi başına her bölümü ile ilerleyen bir roman gibiydi. onu yazan değil okuyan olarak, içimi açmış içime geçmesine izin veren aynur olarak sesli okuyordum. final bölüme yaklaştım. dizeleri okurken birden durdum. “ahh masal olsaydın” diyordu, “bir efsane”… devam ettim. şu dizede durdum. “soluğun dokunsaydı göz bebeğime” evet içimden geçenleri bir aktarabilseydim de mümkün olsaydı oradan görseydiniz diyen sese. bana deniliyormuş gibi. benden tüm insanlara denilerek. aynı yıllar önceki kimsesiz mektupların yazılma ve okunma anının karması gibi. ve asıl beni olduğum yerde çivileyen dize: “görseydin içimde açan sesleri”

füruğ‘un “sen benim göğsüme başını yaslardın, dinlerdin ama görmezdin beni ancak” deyişi ile paralel bir hüzün varmış bu dizelerde, onu gördüm. kulağı ile görmeye davet eden, dinlemek için ona eğilmiş kulağın bile gördüğünden, onu anladığından, daha da ötesi varlığını görünür kıldığından emin olamayan kadının hüzünlü şarkısı. ben de aynı bölüm içinde “hüzünden şarkı” demişim bir kaç dize önce. “görseydin içimde açan …..i”… sesler’i yazmıştım şiirde ama için için biliyordum ki “sesler” bir rumuz kelimeydi, aslı gelene kadar onun yerine varlık gösterecek bir kopyası. şiiri ilk yazdığımda “buseyi” demiştim; göğsümde açılan kocaman bir öpücük gibi düşünüp. sonra doğru sözcük bu değil demiştim; içimde açanı tarif etmeye bu da yetmiyor.

kalktım bilgisayarın başından. yatak odasına geçtim. aynanın karşısına oturdum, bağdaş kurdum yatağa. kendime baktım, gülümsedim. “orada içinde açan neydi bebeğim?” dedim. “ne açıyor senin içinde? o dünyayı, tüm dünyayı sarmak isteyen, kucaklamak, bir buse gibi öpmek isteyen, doğayı ve insanı bir bütün olarak gördüğüm hayvanlar içinde, bitkiler, vadiler içinde, denizler ve içindeki balıklar içinde bir damlaya sığdıran ve içinde açan; kimselerin bir türlü gördüğüne ikna olamadığın şey nedir? ne açıyor içinde bebeğim senin?” dedim. “ben seni seviyorum, anlıyorum ve görmek istiyorum.” dedim.”içinde açanı… açanları… söyle bana. çiçek değil orada açan. daha ötesi, böcek değil, ateş değil ne açıyor bebeğim?”

gülümsedim… aynada ışıl ışıl bakıyordu bana gözleri. nasıl güzel gülümsüyordu ama sözcüğü vermiyordu bir türlü. gülümsüyordu “sen bul” der gibi. “hadi” dedim. “göğsündeyim senin; memelerinde. yirmi bir yıl önce bugün doğurduğun oğlunu taşıdığın karnındayım” ellerimle kendimi okşadım. daha da gülümsedi. “suya bak” dedi. “suya bak” yavaş yavaş terlemeye başlamıştım suya bak deyince o. anladığımdan, tam doğru anladığımdan emin olamadım. “suya kitaplarda mı bakayım, içime mi bakayım, bilgisayarda mı, şimdiye dek yazdıklarımda mı?” … “suya bak” dedi, tekrar…

kalktım, bilgisayarın başına döndüm. google’a “su” yazdım. kapadım sayfayı hemen. sesi çağırayım diye aklıma geldi yardıma. aklıma gelen sözcükleri çıkarayım ağzımdan dedim. birden ağzımdan bir sözcük çıktı:

-sepya…

“sepya?… “ sesli bir daha söyledim. anlamını düşündüm; bilmiyordum. bir çiçek adı gibi ama değil sanki. bilinçaltım çıkardığına göre benden, daha derinden bir yerden bir anlamı olmalı. sesi tam benim aradığım sesti. içinde y harfi olsun istiyordum ve bunu biliyordum. “ya” sesi ile bitişi…

“sep” bölümü, serp sözünü çağrıştırıyordu. acaba sepyanın su’yla ilgisi neydi. sözlüğe yazıp baktım. anlamı tam içimde akmaya başladı. o sözcüğü bana armağan eden bilinçaltıma, aynadaki aynur’a binlerce şükür. mürekkep balığının kanından elde edilen boya, demekmiş. yeşil ellerimi ne boyuyor diye düşündüğümü anımsadım demin aynadaki aynur’a sorarken, “ne boyuyor senin ellerini?” bu soruyu da az önce sorduğumu şimdi anımsamam da ilginçti. evet, içimde açtığını on yıl önce fark ettiğim şey sepya’ydı. artık parmaklarımdan, kalemimden, gözümden kâğıda akan, akacak olan, akmış olan her şey o denizlerde yüzen mürekkep balığının kanıydı. hareketli kanı… kan hareketti ve içimde akan suydu. beni yaşamda tutan su. ellerimi yeşil yapan su. kırmızı-yeşil-mavi mürekkep sepyası: “ebruli…”

geçen gün bir arkadaşım bana bir şey yazmıştı ve o yazdığında benim balık olduğumu ima ediyordu. “uçurum kenarında duran kadına dikkat edin, çok yaklaşıyorsunuz, düşebilirsiniz demiştim. yüzüme kaynayan suratıyla baktı ve bir iki adım geri çekildi, diye anlatmıştı ama sonra o gece düşündüm ki ya kadın balıktıysa… onun suyuna kavuşmasına engel mi olmuştum” demişti mesajında… bana gönderme yaptığını biliyordum. ve bugün karşıma çıkan nietzche’nin sözleri… “denizi seviyorsan, dalgaları da seveceksin, uçmayı seviyorsan düşmeyi de…” diyen.

evet, sepyamı bulmuştum, yerine yerleştirdim.”soluğum dokunsaydı gözbebeğine/ görseydin içimde açan sepyayı”… bu durumda sonraki dize kesinlikle yanlıştı. “ve yitip gittiğini o son solukta” diyordu. “hayır” dedim, “bunu fark eden kadın, anarhy bunu göremedi diye solup yitmeye razı olamaz. anarhy de açsaydı gözünü görseydi. senin görmüş olman en önemlisi aynur”… direk sildim o dizeyi. işte o anda oldu olanlar… işte o anda demin mektubun başında anlattığım hâl başladı. kafamdan sular çıkması, avuçlarıma sel basması, tansiyonumun düşmesi, mutluluktan kabına sığamamak, bana bu geceyi beni yalnız bırakarak bahşedenlere şükranım, tuzları avucumdan yalamam işte böyle başladı.

kitap taslağımdaki sonraki şiir “eksi bakiye” başlığını taşıyor ve “izimi siliyorum karanlıklarda” diye bitiyor. “haydi oradan” dedim dünyaya. “işim yok izimi sileceğim.” başlığı sildim attım. tek tek iç organlarımın karnıma dökülmesi, dişlerimin farbalanıp düşmesi normal. ne de olsa yeni kendime taşınıyorum kolay değil… bakiye de kalan değil, orada yeniden doğan olmalı. bir şeyler yırtılıyor doğru… kumaşımla astarımı dik tutan telâm yırtılıyor, doğru… o halde şiirin adı “eksi bakiye” değil, “telâ yırtığı”. ve finali de “izimi içiyorum karanlıklarda” … “iyi ki doğdun aynur”, dedim; “bebeğim, kendini iyi ki doğurdun bu gece. hoş geldin gece.”

ve sevgili sır arkadaşım… sevgimle…

aynur