facebook twitter instagram youtube html5 sitemap Bizi Takip Edin

yine yakmak varmış mektupların ucunu

yine yakmak varmış mektupların ucunu

yine yakmak varmış mektupların ucunu

işte şimdi bu gecedeyiz. ve avuçlarım ter su içinde… anlıyorum ki tam da o dönemeçteyim. ve anlıyorum ki özellikle mektuplar yazacağım ben.

cemil meriç “mektupların büyülü bir ayna” demiş ya lamia hanım’a; ben de oradan el alayım, mektup bahsine bodoslama dalarken. mektuplar ve edebiyat… edebiyat ve mektuplar… mektuplar sanırım en çok içimizdeki diğerine ulaşma isteğine denk düşüyor, ne amaçla yazılmış olursa olsun. bazen bu istek bizi edebiyatın çıkış yoluna ulaştırıyor, bazen de yıllar önce ölmüş bir yazara mektup yazarken dahi bulabiliriz kendimizi. belki de o an bile aslında yazdıklarımızın o yazar üzerinden olabildiğince çok kişiye ulaşmasını arzu ediyor olabiliriz için için. ya da bir yazarın özel bir mektubunu okurken yazara dair geliştirdiğimiz kişisel merakımızın kıpırdandığı alana ulaşma çabamızdır gözlerimize sinen heves; neden olmasın. içimizdeki bu hevesli merak hangi sebeple yola çıkıyor olursa olsun, yazarların-şairlerin mektupları ile özel bir alana giriyor olduğumuzu bilmenin gizli hazzını yaşarız.

cemal süreya’nın ağır bir ameliyat geçirmek üzere hastaneye giden eşi zuhal hanım’a on üç gün boyunca yazdığı mektuplarında ona olan özlemini, yoklukla baş etme hâllerini, çaresizliğini okuruz. fazıl hüsnü dağlarca’ya maddeler halinde yazdığı mektubunda ise yurt dışında olan cemal’den haberler alırken ince bir mizahın izlerini de süreriz aynı zamanda.

ece ayhan’dan ilhan berk’e yazılan onlarca mektupta, voltaire’in sayıları onsekiz bini bulan mektuplarında, rainer maria rilke’nin 1900’lerde genç bir şaire (kappus’a )yazdığı on mektupta, yaşadıkları çağa tanıklıklarını okur, yalnızca şiirin değil hayatın da sesini duyarız. mektuplar yazarlarının içinden çıktığı şekliyle kalmış cümlelerdir çünkü. söylediklerinin değiştirilerek aktarımına dair şikayetini 1918’te bir mektubunda prenses taxis’e şu cümlelerle aktarır rilke: “ anılarımın canına okuyor bu zaman, içinde yaşadığım hâli bana zehir ediyor. gazete ağzıyla yapılan söyleşilerin nasıl yapıldığını gördükçe, kendi ağzından çıkan sözlere karşı bir tiksinti, bir dehşettir sarıyor insanın ruhunu.”

nazım hikmet bir çok mektuplar yazmıştır. satırlar arasında gezindikçe nazım’la birlikte bir dönemi de anlamaya çalışırız o mektuplarda. sabahattin ali “iki gözüm ayşe” der hapiste; gözü kulağı ayşe’den gelecek mektuplardayken. bizse sorulmamış soruların yanıtlarına ilişkin bu mektupların içinde ne bulacağız merakıyla gözümüzü daha bir kısıp okuruz.

yine yakmak varmış mektupların ucunu



virginia wolf cebine taşlar doldurup bir nehire bedenini salmadan önce yazdığı son mektubunda neler demiştir, onu ölüme götüren sebepler nelerdir, o sebepler bu mektuba ne kadar yansımıştır, ne kadarını ifade etmeyi tercih etmiştir; ne kadarını edebilmiştir merak ederiz. o güne değin yanıtları serpiştirdiği, gizlediği, açık ettiği ne kadar çok üretimi olsa da, somutlanmış yanıtı en çok bu son mektupta ararız.

1797 baharında napolyon, Josephine’e yazdığı mektupta “bana güzel şeyler yaz, hemen yaz dört sayfa yaz” diye buyurur. napolyon’un almak istediği mektubun sadece içeriğini ve zamanını değil, uzunluğunu dahi sipariş eden mektubu ise sadece o ikisi arasında geçmekle kalmaz, tarihe not bırakır. askeri ve otoriter bakış açısının her şeyi eşitlediğini sandığımız aşka bile nasıl sinebileceğini görürüz bu mektupta. hâl böyle olunca, sadece mektubu değil satır aralarında hayatı da okuruz insana dair.

fransız yazar antonie de saint-exupery ise haber verildiği hâlde bir türlü başlamayan bir bombalamayı beklerken dizleri üstünde annesine yazdığı mektupta savaşın ruhunda açtığı tahribatı şöyle anlatır. “beni savaştan çok ürküten, yarının dünyası… hoşçakal canım annem… canım anneciğim kollarımın bütün gücüyle sarılıyorum size. çünkü içime serinlik veren anılar, yanan mumların kokusunda… ve burada susuzluktan ölüyor insan”

paul verlaine’ın rimbaud’a yazdıklarında, aşkın kıskacında kıvranılırken düşülen çaresizliklere tanık oluruz ilk bakıştan. özdemir asaf “sss” harfleriyle “seni seviyorum sabahat” kısaltması yaptığı mektuplarında sevdiği kadına neler demiştir. ben’i sana anlatma, ikinci ben’le ben’i sana anlatma ve sen’i sana anlatma şeklinde üç bölüm halinde yazdığı mektuplar asaf’ın o ince zekâsıyla nasıl ince şekillenmiştir.

kafka sadece dört gün birlikte olduğu milena’ya şöyle yazmıştır mektubunda: “bu elle tutulamayan, bu korkunç aşkın sorumluluğunu bütün acılarıyla yüklenen biri olacağım yerde, sözgelişi odandaki, o her zaman seni görebilen, güzelliğini seyredebilen mutlu bir ayna, bir dolap olsam ne iyi olurdu.” peki bernard shaw ingiliz oyuncu ellen terry’e “ah ellen insanın amellerini yazan melek, günahlarınızın hiç bir tanesinde dahi. benim adımın neden olmadığını sorduğunda ne diyeceksiniz” derken zihnimizde dönen sadece bernard’ın aşkı mıdır… aşka bakışımız değişmemiş midir hiç bu mektupları okurken. hele de shaw bu mektuplar için “ideal aşk ilişkisi postayla yürütülendir. ellen terry ile yazışmalarımız çok doyurucu bir aşk ilişkisiydi. ellen terry beş kocadan bıktı benden hiç bıkmadı.” demişse.

ister mısır’da “çömelmiş yazıcı” denilen kâtiplere yazdırılmış ilk mektuplar olsun, ister milâttan önce roma’da yaşamış olan cicero’nun sayıları bine varan mektupları olsun, isterse oğluna hitap ederek yarına yazılmış tevfik fikret’in mektupları; bugün onları büyük bir merakla okurken satır aralarında en çok peşine düştüğümüz şey, kendimizizdir belki de. “bana bir mektup geldi, içinden ben çıktım.” deyişi gibi asaf’ın, her okuduğumuz mektupta gizli çekmecelerimizde bizi bekleyen insan hâllerini çözme çabamızdır belki de niyetimiz geçmişten yarına. bir yanıyla da konuşulamayanın kâğıttaki izidir mektuplar çünkü. ya sevgiliye açılamayan kalp, ya söylenmesi zor olan bir ayrılık kararı, ya sarpa saran yollarda içini açmanın ince kanalıdır mektuplar. bazen de çıkış olmayan yerlerden dünyaya sızan bilgidir. sovyetler birliği’ndeki sürgün ve kamplarda yaşayan siyasi mahkum kadınların bulabildikleri herhangi bir kâğıt parçasına yazdıkları –julia voznesenskaya’nın derlediği- sevgi mektupları gibi gerçek mektuplar tüylerimizi diken diken eder.

bu anlamda einstein’ın 4 kasım 1931 de valentine bulgakov’a yazdığı mektubunda geçen şu cümleyi mektup kavramını tarif olanağı olarak da okuyabiliriz: “başkalarının sevinçlerinden zevk almak ve onların acılarına ortak olmak. bunlar bir insan için en iyi rehberlerdir.”

kendisine terapi seansları uyguladığı hastası ginny ile psikiyatrist ırwin d.yalom’un her terapi sonrasında birbirine hitaplı ama sahibine aylar sonra verilmek üzere sekretere teslim ettikleri mektupların gücü bizi kendisine çeker. ya da kızılderili şef seattle’ın 1854’te amerika birleşik devletleri başkanına yazdığı mektupta sorduğu şu sorunun yanıtını düşünürken olduğu gibi, kendimizle yeniden yeniden yüzleşiriz her okumada: “ insan eğer bir kuşun yalnız ağlayışını ve su birikintisi etrafında tartışan kurbağaların seslerini duymazsa hayatın anlamı nedir?”

fars kadın şiirini başlatan füruğ ferruhzad hayatın anlamını sorgularken çıktığı yolda, hâl hatır sorma tarzı mektuplar yazmayı sevmediğini ve bu nedenle mektuplarında tüm yaşamını, duygularını, acılarını ve mutsuzluklarını yazmak istediğini belirttiği ama aslında iletişim kurmakta zorlandığı babasına yazdığı mektuplardan birisinde şöyle der: “ şiir benim tanrımdır. işte ben şiiri bu denli seviyorum.” ama başka bir mektubunda bile değil, bu satırların biraz ilerisinde de ironik iç kıvranması olarak da okuyabileceğimiz şu cümlesi çıkar karşımıza: “neden tanrı beni böyle yarattı ve neden şiir adlı bu şeytanı içimde canlandırdı ki, ben sizi memnun edemeyeyim ve hiçbir zaman sizin sevginizi alamayayım.” çünkü o da diğer kardeşleri gibi sevilmek istiyordu, en az özgür ve içinden gelen sesi dinleyen bir kadın olmak istediği kadar. sevgilisi ibrahim golestan’a yazdığı bir mektupta içini yakan sorusunun yanıtını yine kendisi verir furuğ. “benim kötülüklerim nelerdir, iyiliklerimi anlatmadaki utangaçlık ve güçsüzlükten başka.”

içten olduğu için zaman zaman yaşamı belki de sanat eserlerinden bile iyi aktaran mektuplar, tarihe karışıyor gitgide. “yüksek sesle yazmayın mektuplarınızı / mübalâğa sarar zarfı, pulu incinir / ruha yolculuk verir mektup, dile itina” demiş haydar ergülen de. ama artık kâğıt kokusu, pul dokusu yok posta kutumuzda. bu insanlık için çok önemli bir kayıptır eğer insan, mektubu yeni şekle çevirmeyi, dönüştürüp geliştirmeyi beceremezse. çünkü eskiden pulu yalarken aslında öpüşünü koyardı içine. şimdiyse iletişim çağında olmasın karşın, bir çok duygu yerine birden geçiveren ezberlenmiş emojiler ile yetinmek zorunda çoğu kez. ne gönderen şu anlamdaydı deme ihtiyacı hissediyor, ne de alan aldığı şeyin farkında. ve bunun böyle olduğununsa hiç kimse farkında değil. iletişim içinde olduğumuzu sanarak gül gibi geçinip gidiyoruz.

tüm bunlar olurken, edebiyat alanındaki mektup, nereden geldi nereye gidiyor sorusunun peşine takılıp düşünmekteyken ben, varlık dergisinin 2010 haziran sayısında a. mümtaz idil’in “yeni bir edebiyat türü: e-posta” başlıklı yazısına denk geldim. yazar artık klâsik mektubun tarihe karıştığını ancak edebiyatta da oldukça önemli yeri olan bu kavramın şimdilerde yeni bir şekle dönüştüğünü söylüyor ve e posta edebiyatının, bir kez ekrana yazıldıktan sonra yazarı tarafından silinse dahi belleklerde saklanan bir yan barındırdığına da dikkat çektirtiyordu.

insan bir şeyi en iyi kendi üzerinden anlatır derler ya, ben de paylaşmak isterim ki; edebiyatta mektup kavramının yeriyle ilgili yazıyor olmak düşünüldüğünden çok daha özel bir anlam taşıyor benim için. çünkü benim yazma serüvenime de mektuplar, idil’in yazısıyla paralel bir çizgide yani; parmak klavye ilişkisi üzerinden ancak klasik mektup kavramının da anlamlarından uzaklaşmayan, tam tersine o parantezin sınırlarını zorlamanın neşesine kapılan bir aralıktan girmişti. öyle ki parmağım klavyeye dokunurken – şiir de yazsam, deneme de, roman da- hep mektup olarak algıladım her yazdığımı. duygumu ve yaklaşımımı en iyi anlattığına inandığım yazı, bu fark edişi yaşadığım anda (kendi tanımımla; şeytanın bacağını kırarken ortaya çıkan kemik sesini dahi duyduğum anda ) bir gece yarısı yataktan fırlayarak yazdığım ilk yazıdır. belki de mektuptur demeli bu yazıya da burdan düşününce.

2003 ağustos’unda gecenin bir yarısı heyecan ve ter içinde, uykudan fırlamış gözlerle ama hiç titremeyen parmaklarla yazdığım bu yazıyı sizlerle paylaşmak isterim şimdi. “kırıyorum işte şeytanın bacağını” diye başlık atmışım. yazı şöyle başlıyor:

yine yakmak varmış mektupların ucunu



zaman, önemli bir olgu insan yaşamında. her an’ının kıymetini bilmek gerekir. bir rahatsızlığım için pendik’te bir hastaneye gittiğim bir gündü. iki saate kadar çıkar dedikleri tahlil sonuçlarımı bekleme zamanımı nasıl değerlendireceğimi düşünmüştüm. ne yapayım , ne edeyim derken yolumu kesen ilk sinema salonuna hızlıca girmiş ve hızla elde olanlar arasından bir film seçip izlemiştim. türkan şoray ve kadir inanır‘ın baş rollerini paylaştığı “gönderilmemiş mektuplar”filmi çıktı şansıma. o gün o filmde değişen sahneler boyunca fonda yer alan amasra‘yı seyretmeye doyamamıştım. filmi izlememden kısa bir süre sonra amasra’yı bizzat görmek, hep bu filmin etrafında gelişen düşünceler sundu bana. amasra’yı o koca sinema perdesinde görmek, bir film karesine giriş, düşsel bir şeyin parçası olmak gibiydi sanki o an.. zamanla fark ettim ki, filmin kendisinden daha çok, isminde beni çeken, ama ne olduğunu henüz çözemediğim bir tılsım saklıymış. gönderilmemiş mektuplar… bu iki sözcüğün etrafında dönüp durdum uzun süre, evirdim çevirdim kendimce. bir çocuğun ansızın eline geçen oyuncak misâli bir anlam kazanmıştı benim için sözcükler:

filmde yıllar önce öldü sanılan bir adam vardı.., sevdiği kadına hiç bir zaman göndermeyi düşünmediği mektuplar yazmıştı. kadın, yıllar sonra mektupların varlığını öğreniyordu. ve içeriği ile tanıştıkça radyo programında dinlediği mektupların sevdiği adam tarafından ve kendisine yazıldığını ve orada olduğuna göre de ölmediğini anlıyordu. filmde milan kundera’nın “ölümsüzlük” isimli kitabında uzun uzun bahsettiği “anlam belirsizliği” kavramı bu iki sözcükle can bulmuş, bana gülümsüyordu sanki. öğrendiğim, kafamda çevirdiğim, çevirmediğim her şey birbirine eklemleniyor, ayrılıyor, yeniden birleşiyordu sanki. dev bir pazılın içerisine oturmuştum da kendi taşlarımı döşüyor gibiydim yola.

arada sırada yolum düştükçe uğradığım bir gazete ofisi var. böylesi uğramalarımın birinde orada ilk kez karşılaştığım bir adam bana şöyle sormuştu:

-bir şeyler yazıyor musun, sen? içinde bulunulan mekânın ona sağladığı konumsal avantajı kullanarak ve o anki sezgilerime göre “ önemli bir şeyler” yazdığı intibaı veren bilgisayarından kafasını pek de kaldırmadan bana soru yöneltmiş bu adamın edasına karşılık, benim de ona önemli bir yanıt vermem gerekir diye düşünmüştüm içimden. belki ona inattan, belki ben de onu etkileyebilmek için üstüne basa basa şöyle demiştim:

-evet, mektuplar yazıyorum…

işte o an ağzımdan doğallıkla çıkıveren bu yanıt, zihnimi daha sonra epey süre meşgul edecekti. ancak o gün onunla konuşurken olan mağrur tavrımı kendime karşı o kadar da iyi taşıyamıyordum anlaşılan, ki sadece mektuplar yazıyor olmak, için için hafif geliyordu yazın adına.

işte şimdi bu gecedeyiz. ve avuçlarım ter su içinde… anlıyorum ki tam da o dönemeçteyim. ve anlıyorum ki özellikle mektuplar yazacağım ben. hem de göğsümü gere gere mektuplar. kim okursa onun olacak ama hiç kimseye gönderilmeyecek olan mektuplar. o filmdeki gibi bile değil… böylece içinde yer alması güncel durum gereği tek bir sözcük bile barındırmak zorunda kalmayacak mektuplar. alıcısı belli olmadığı için okuyucusunun dünyayı algılama çerçevesi zihnimin sınırı olamayacak. cümlelerin arasında, işte bu sınırsız özgürlükte parendeler atarak dans edecek parmaklarım klavyede. kendi kişisel beklentileri ardından bakarak hiç kimse alınmayacak dediklerimden ve yine hiç kimse sevinmeyecek benim istemimle. başı selâmla başlamayıp, sonu kestane kebapla bitmeyen satırların arasında gönlümce uçarak döşeneceğim ekranın beyazlığına.

hatta belki, yazanı bile ben olmayacağım bazen, elim yazacak ben peşinden gülümseyerek bakacağım.

resim: aynur uluç