sözcüklerin gücü adına
sözcüklerin gerçekten büyük bir algı yönlendirmesi var. kelimeler bizim ağzımızdan çıkarken bile onları biz söylüyoruz ve sonradan yine kendimiz onların etkisinde kalıyoruz, ne garip değil mi?
istiyorum ki sözcüklerin gücünü bihakkın anlayalım… ve bir şey hakkında algımızı kurarken; birbirimizle iletişirken sözcükleri aslolan kabul ettiğimiz için nasıl gereksiz yere savrulduğumuza birazcık olsun uyanalım…
ya da sözcükle anlatmaktan başka çaremiz yoksa ses tonumuz yoksa örneğin, örneğin boynumuz yoksa kıvrılıverecek duruma en uygun pozisyonda. bakışlarımız yoksa açılıp kapanan gözlerimiz orda değillerse o an. belimiz budumuz, adımlarımız yoksa yönü bizi ele verecek… hakikaten mecbursak salt söze, işte o vakit; gerçekten o durum için en uygun sözcüğü bulmaya uğraşalım bi zahmet. çocuklarımızı “kucaklayalım”, onlar bize “sarılsınlar” meselâ… sevgilimize “aşkım” diyelim, ama her önümüze gelene değil… hele çocuklarımıza hiç… herkese aynı sözlerle kopyala yapıştır gibi olmasın hitaplarımız. fark etmişsinizdir; hele hele sosyal medya icat edileli herkes herkesle canımlı cicimli oldu. hiç tanımadığın bir sayfa arkadaşın yorumunda “canım aşkımmmm” diyebiliyor. tepki görünce “canım” yerini “yoldaş”a bırakıyor hemen. ya da “hocam”a… bir başka bedeli ödenmiş, rüştünü ispat etmiş bir sözcüğe yani…
hem toparlayıp hem de teorize etmek gerekirse durumu; hedefi üzerinde etkili olduğu kanıtlanmış sözleri birden çok kişiye aynı şekilde yöneltmek diyelim biz bu kolaycılık hastalığına. özelliği, karşısındakinde pik uyandıran bir etki barındırmayı hedeflemesi… ki üstelik tanımadıklarımızın yaptığına uyanmak daha da zordur. zor olan yanı şu: tanıdığımız kişiler bize ya da başkalarına mavi boncuk dağıtmak için biriktirdikleri en afili sözcükleri, bazen kendilerine ait ama hep aynı cümlelerini kolaylıkla bırakabiliyorlar. ki bu modelde olunca daha da tehlikeli oluyor durum. siz, aslında size özel olmayan ama özelmiş gibi algılatıldığınız cümleler ya da hitaplar ile bir güzel tavlanırken, onlar işlerine bakabiliyorlar… localarını genişletebiliyorlar ilişkiye çok da fazla emek vermeden.
belki biliyorsunuzdur; ben eczacıyım ve eczanemde kişiye özel ilaçlar hazırlıyorum. ilaç sektöründe, bir beden diğerinden ne kadar farklı olabilir yaklaşımı mevcutken hem de… düşünün, bir ruh nasıl diğerinin aynısı olabilir ki aynı sözlerle yakınlaşılsın. bu sandığımızdan daha büyük bir meseledir. yalama oluyor sözlerimiz ve ruhumuz kuruyor böyle böyle. en çok sahiciliğe ihtiyaçlı olan içimiz kuruyor. ve başka hiçbir şeyimiz yok yaşama tutunacak.
sözcükler böylesine kötü mü peki… hayır… onları böylesine bonkör ve amacından uzaklaştırarak kullanan bizleriz. sözcüklerin hakkını da sözcüklere verebilmek için önce sukutun hakkını sükuta vermek gerekir. ama diğerine baskı olsun diye değil suskunluklar… anlamlar sözcüklerden başka kanallarla da akabilsinler diye. sözcük gürültüsünden sıyrılıp kendilerini duyurabilsinler diye gerçekten…
şu anda size yazıyorum; ellerim dize, ellerim şiir olmak hâlinde… aklım ve bedenim şu an burada; en uygun sözcüğü bulmak için yarışıyorlar size. gözlerim tarayacak birazdan yazdıklarımı; var mı bir hata… bir hata var mı demek istediğimde, başka türlü anlaşılacak bir anlatım bozukluğu, bakacak gözlerim tek tek…
bu kadar dikkatli de olsak hata yapacak mıyız yine de… yapacağız elbette, ama beynimiz bir kez detayları fark edip bilgiyi içselleştirebilirse olabildiğince az yapacağız. “hata payı” varsa, işte tam burada olacak… bile bile ladeslerimizde değil… işte bu bilince ulaştığımızda sözcükler de kendisini bizden kurtaracak, biz de onların gereksiz yüklerinden kurtulacağız… o zaman kimse sözcükler üzerinden kandıramayacak bizi. ne devletler, ne yalan sevgililer…
erkeğin ihaneti çapkınlık, kadının ihaneti orospuluk oluyor. Sözcüklerin etkisi yaşadığımız coğrafyaya göre de değişiyor… kültürler ve dinler sözcükleri kişilere hatta cinslere göre idama götürecek kadar sivriltebilirken bazen de tecavüz sözcüğünü sıradanlaştıracak kadar etkileyebiliyor. galeano’nun yazısını paylaşacağım demiştim başta… o yazı için bir resim çiziktirdim. istedim ki sözcüklerin gücünü yine sözcüklerle anlamaya çalışırken çizgiler yetişsin imdadımıza… hız çağına uyup henüz yazıdan ayrılmadıysanız sözü galeano’ya vereyim:
“Viktoryen Çağ’ da evli olmayan hanımların önünde pantolonlardan bahsedemezdiniz. Bugün de kamuoyu önünde bazı şeyleri söylemek iyi karşılanmaz:
Kapitalizm sahne ismi olarak pazar ekonomisini kullanıyor;
Emperyalizme küreselleşme deniyor,
Emperyalizmin kurbanlarına gelişmekte olan ülkeler deniyor, cücelere çocuk demek gibi bir şey bu;
Oportünizm pragmatizm oldu;
İhanetin adı realizm;
Yoksullara yoksun, dar gelirli ya da kıt kaynaklı insanlar deniyor;
Yoksul çocukların eğitim sistemi tarafından dışlanması eğitimi yarıda bırakma adı altında tanıtılıyor; Patronun, işçinin tazminatsız ve açıklamasız işine son verme hakkına emek piyasası esnekliği deniyor;
Resmi dil, kadın haklarını azınlık hakları arasında tanıyor, insanlığın yarısını oluşturan erkekler çoğunlukmuş gibi;
Askeri diktatörlük yerine süreç deniyor;
İşkenceye, yasadışı baskı ya da fiziksel ve psikolojik baskı deniyor;
Hırsızlar iyi bir aileden olunca, kleptoman oluyor;
Kamu kaynaklarının çürümüş bir politika tarafından boşaltılmasının adı yasadışı servet edinme oluyor; Otomobillerin işlediği suçlara kaza deniyor;
Kör yerine görme engelli deniyor;
Zenci, renkli insan oluyor;
Uzun ve acılı hastalık dendiğinde kanser ya da AIDS olarak okunmalı;
Ani ölüm, kalp krizi anlamına geliyor;
Asla ölüm denmez, fiziksel kayıp;
Askeri operasyonlarda yok edilen insanlar da ölü değildir, çatışmada ölenler zayidir, sivillerse kayıplardır;
1995’te Fransa Güney Pasifik’ te nükleer denemeler yaparken Fransız büyükelçisi Yeni Zelanda’ da açıkladı: ‘Bu bomba kelimesi hoşuma gitmiyor. Bomba değil bunlar. Bunlar patlayan mekanizmalar’;
Kolombiya’da askerin himayesi altında insanları öldüren bazı grupların adı Ortak Yaşam;
Şili diktatörlüğündeki toplama kamplarından birinin adı Haysiyet’ti, Uruguay diktatörlüğünün en büyük cezaevinin adı Özgürlük;
1997’de Chiapas’ ta Acteal Köyü’nün kilisesinde dua ederken tamamı çocuk ve kadın kırk beş köylüyü arkadan makineli tüfekle tarayan yarı askeri örgütün adı Barış ve Adalet’ ti.”
bu kısa metni paylaşmak için çizdiğim resmi bir arkadaşıma göstermiştim sizle paylaşmadan önce. dedi ki “suriye işgal altında ve buna “barış harekatı” deniliyor. çizimde yaşama tutunmaya çalışan insanların toplu ölümlerini görüyorum.”
anlamın izini sözcükler dışında sürmeyi, aktarımın mümkünse resimlerle, beden dili ile, ifadeler ile yapılmasını işte bu yüzden seviyorum ben. çizdiğim resme dair yorum öylesine güzel ki benim vermeyi plânlamadığım bir bakış açısı ile yorumlanıverdi birden resmim. ben çizerken sözcüklerden aldığım elle, halâ harflerin sığ sularından bir şeyler kurmak için çizmiştim oysa. harflerin yerde sürünmesini çizmeye çabalıyordum. arkadaşım ise, yaşama tutunmaya çalışan insanların toplu ölümlerini görüverdi tek bakışta.
ki evet; ben de artık görüyorum şimdi. resme dahil olan anlama dahil çünkü… biz cümlelere ya da fikre dökmesek de kocaman bir kolektif bilincimiz var insanlık hafızası olarak. ve bu hafızadakiler hiç de sandığımız kadar birbirinden ayrı şeyler değiller. o yüzden birimizin yakaladığı uç, diğerine çıkıyor. bu aslında kocaman bir imkân da sunuyor bize. hastalıklarımızla tanışma şeklimizden sosyal yapımıza kadar uzanabilecek geniş bir alanda oluşabilecek bir dönüşümden söz ediyorum.
öğretileni değil bedenimizin bize verdiği izin ucunu takip edersek hangi coğrafyada olursak olalım çok daha renkli ve lezzetli bir dünyada hep birlikte yaşayabileceğimize, belki de sadece yaşamımızdaki küçük görünen bir şeyleri değiştirebilirsek ne çok şeyi yerinden oynatabileceğimize dair bir umut ucu sunuyor…
aynur uluç