facebook twitter instagram youtube html5 sitemap Bizi Takip Edin

şiddeti içselleştirme riski

siddetiicsellestirmeriski

şiddeti içselleştirme riski

bu yazıda sözünü edeceğim sinema filmi hayli zaman önce çekilmişti ancak benim izleme fırsatım yeni oldu. sinemalarda oynadığı tarihlerde ilgimi çekmemişti. sinsi bir şekilde büyümekte olan bir tehlikenin işaretçisi gibi algılamasaydım filmi “hiç seyretmeseymişim” deyip geçebilirdim de. hangi filmden mi söz ediyorum? leonardo di caprio'nun başrolünde oynadığı "kumsal"dan. izlememi yakın bir arkadaşım önerdiği için özellikle aklımda tutuyordum ismini. o zamanlar izle diye sıkı sıkı tembihlemişti; "bir görsen nasıl güzel manzaralarla da destekli ki; rahatça izleniyor" diye ekleyerek üstelik. aklımda tuttuğum bu öneriye ilaveten filmi satın aldığım dükkândaki satıcı genç de filmi uzatırken üstüne üstlük, şöyle demez mi:

-çok iyi bir seçim yapmışsınız. ben de izledim. öyle güzel çekimler var ki. insana iyi geliyor bu film.
bu övgülü sözler üzerine doğal olarak daha da heveslendim. öyle ki; günlük koşuşturmalarımdan fırsat bulup da bir türlü izleyemedikçe iştahım kabardı. aklım filmde kaldı. öneri cümlelerinin de etkisiyle 'moralimin kötü olduğu bir zamana denk getirsem de, içim açılsa ' şeklinde anlamlar bile yükledim filme kendimce. ben böyle heveslendim ama bir fırsat bulup da izleyemeden aradan yıllar geçti. geçen gün odamdaki filmleri düzenlerken elime geçti yeniden. bunu güzel bir sürpriz olarak algılayıp bu kez oyalanmadan kuruldum ekranın karşısına.

oldukça bencil bir yaşam bakışına sahip üç gencin bir şekilde ele geçirdikleri harita üzerindeki yolu takip ederek bir adaya gidişleri ve orada yaşadıklarıydı öykü. adada eli silahlı birtakım adamlar vardı ve bu adamlar adaya her yeni gelene ateş ediyorlardı. buna karşın pervasızca ateş eden bu silahlı adamlarla önceden bir şekilde anlaşmış bazı gençler de yaşamaktaydı adada ve bu gençler adanın diğer tarafında tatil köyündeymiş edasında davranıyorlardı. sanki iş yapmaya hiç birisinin gönlü yoktu ama aralarında bu konuda tek bir tartışma dahi çıkmadığına göre bunda bir sorun da yoktu. birisi alışverişe giderken hiç kimse onunla birlikte gitmek istemiyor, ama gidene sipariş üstüne sipariş veriyorlardı. parayı nasıl kazandıklarının filmde hiç verilmemesi gibi ayrıntılara girmeyeceğim çünkü anlatmak istediğimle ilgisi yok ama bir sahne var ki ne dersek diyelim geçmek mümkün değil. köpek balığı saldırısına uğramış insanların kanlı görüntülerini izledikten sonra şuna tanık oluyoruz filmde. gençler, oturup hep birlikte karar vererek bacağı köpek balığı tarafından ısırılmış ama onlara göre maalesef ölmemiş arkadaşlarını, başımıza belâ olup tadımızı kaçıracak diyerek adanın diğer tarafına götürüp, ölüme terk ettiler. ve dönünce o güzelim manzaralı kumsalda plaj voleybolu oynamak pek bir keyifli geldi hepsine.

kumsal, sinema tarihi açısından önemli bir film değil. belli ki yönetmen de leonardo di caprio’nun o tarihlerde titanik’ten getirdiği şöhretini paraya çevirmekle fazlasıyla meşgul olduğu için toplumsal bir mesajın altını çizme amacını güderek bir şeyler yapmamış. beni ilgilendiren ve bu yazıyı yazmama sebep olansa elbette yönetmeninin derdi değil; içinde profesyonelce çekilmiş doğa görüntülerinin bulunmasına dayanarak filmin “insana iyi gelecek” bir film olarak önerilmiş olması. bu önerilerden birisi de yakın çevremden üstelik… ne zaman bakışımız, duygularımız bu kadar düzleşti diye sormadan edemiyorum. duygularımızı hangi ara hangi köşede bıraktık. yoksa bu filmdeki insanlara mı benzemeye başlıyoruz farkında bile olmadan. güzel manzaralara bakıp içindeki şiddeti hiç fark etmeyen insanların filmdeki bencil karakterlerden farkı hangi noktada ve bu fark yaşam pratiği içinde ne kadar? böylesi filmleri izleyip rahatladığımıza göre, bir gün bizim de yaralı bir insana böyle davranma olasılığımız pek de uzak bir ihtimal değil mi yoksa?

yüzüne peş peşe birçok tekme yemiş ve burnundan oluk oluk kanlar akarak yerde yatan bir adamın yanından neredeyse bu durumla hiç ilgilenmeden geçip giden insanlar görmüştüm geçenlerde. gözlerime inanamamıştım. üstelik tenha bir sokakta da değil pek çok kişinin geçtiği bir meydan yerindeydi bu görüntü. burnundan kanlar akan adamın yanından mutlu mesut çiftler geçiyordu ve sohbetlerini bile kesmiyordu pek çoğu. sanki her an böyle bir durumla karşılaşmak vitrinde bir gömlek görmek kadar doğalmış gibi.

bu sabah e-postalarımı kontrol ederken 'mutfak tasarımlarında müthiş bir dizayn' diye övülerek gönderilen fotoğrafı görmeseydim, durumumuz için belki de bu kadar vahim diye düşünmezdim hâlâ. gönderilen fotoğrafta mutfakta kullanılmak üzere düşünülmüş bir bıçaklık var. bıçaklık çıplak kadın bedeni şeklinde ve dizaynı, bıçakları kadın bedeninin muhtelif yerlerine saplamanızı gerektirecek şekilde yapılmış. şiddetin irite edici estetiğini taşıyan bu fotoğraf çok eskiden izlediğim bir başka filmi anımsattı bana. yönetmen stanley cubrick’in "otomatik portakal" isimli filmi, iyilik ve kötülüğün ayırt edilemez hâle geldiği bir toplumu konu alır. kurduğu sokak çetesi ile insanlara şiddet uygulayan bir genç vardır filmde ve yakalandıktan sonra gencin topluma geri kazandırılma sürecine tanık oluruz. ancak bu niyetle uygulanan yöntemler oldukça ilginçtir. özetle şöyle söyleyebilirim ki, ince düşünülmüş şiddet yöntemlerinin bu kez kendisine uygulanması, hatta iyi kalabilecek tek tük noktalarının dahi özenle törpülenmesi yanında değişen düzenin tüm toplumu nasıl etkilediği anlatılır cubrick’in filminde. pek çok farklı mekânda, hatta bu çetenin saldırılarına maruz kalan kurbanların evinde dahi söz ettiğim bıçaklığa benzer şekilde estetize edilmiş objelerin bulunduğunu görürüz.

öte yandan her gün izlediğimiz filmlerde, onlarca insan çoğu kez rakam değeri bile etmeden ölüp giderken ve biz bundan zerre kadar etkilenmez görünürken, insanı rahatsız edecek bir ölümü, bunun o kişiye ve yakınlarına yaşattıklarını ayrıntısıyla anlatan filmler şiddet içeriyor diyerek sansürlenebiliyor. şiddet sıradanlaştırılarak toplum tepkisizleştirilirken şiddeti kanıksatmanın yolları bin bir kılıkta karşımıza çıkabiliyor. savaşlar bile artık televizyon ekranlarında karanlıkta kayan minik ışıklar ve fonda verilen birkaç mekanik sesten ibaret sunulabilir olunca, izleyen için de insan hayatı teknik bir ayrıntıya ve sayılara indirgenebiliyor demek ki. gündelik hayatımız farkına bile varmadığımız ya da şiddetle ilgisini içten içe bilsek de içtenlikle kanıksadığımız kaç şiddet ögesini içinde taşıyor acaba?

yazı ve resim: aynur uluç