“BU MEKTUPLAR, ADETA BİR TÜTSÜ”
İçinde yaşadığımız şehir her adımda sarar bizi. Hayatın keşmekeşinde boğulduğumuzda şehre söyleniriz en çok. Güzellikte zirve yapan dokusuyla karşılaştığımızdaysa, göğsümüzde nefes olur kokusu. Hele bu şehir İstanbul’sa… Şiirlere, şarkılara; filmlere, romanlara tema olmuş bir şehirse, elbette anlamak isteriz. Bir şehrin bugününü anlamak, dününü de bilmekle mümkündür. Bu anlamda ilk başvuru araçlarından birisi kitaplar olabilir. Bir gün yolda, bu düşünceler içinde yürürken, aklıma Ahmet Rasim’in “Şehir Mektupları” geldi. Satın almak için bir kitap evine girdiğimde, mektupların bugüne dek farklı yayınevleri tarafından yayımlandığını öğrendim. İçindeki mektup numaralarını karşılaştırarak farklı olanlarını içermesi bakımından iki tanesini seçtim. İlginç ki; aldığım iki kitaptaki ortak mektuplarda aldığım tatlar farklı oldu. Türkçeye çevrilmiş kitapları alırken, sayfalarına göz gezdirip diline dikkat ederdim. Bizim bir yazarımızda buna dikkat etmek gerekeceği aklıma gelmezdi doğrusu.
Besteci yanıyla da bildiğimiz Ahmet Rasim, bu mektupları 1897 ile 1899 yılları arasında yazmış. Cumhuriyetten önceki günlerin sokak ve ev halleri, yaşanan günlük insan ilişkileri, devlet daireleri, gazete idareleri, o günün eğlence ve yemek mekânları, kestane başı sohbetleri, ramazan günleri, kurban bayramı ya da yılbaşı gibi özel zamanlar, çocuk oyunları, renkli bilmeceler, veresiye defterleri, insanı üşümeye heveslendiren kömürcü taktikleri, o günkü edebiyat yaklaşımlarından, sokaktaki balık alışverişlerine kadar uzanan yelpazede “şehir” var bu mektuplarda. O günlere özgü giysi tarifleri bile öyle ayrıntılı yapılmış ki, insan kendisini orada zannediyor. Yazıların biçimi, yer yer mizahi bir dil esas alınarak, yer yer de tiyatro metni gibi işlenmiş. Bazense deneme tadı alan mektupların en belirgin yanı, Rasim’in okuyucuyla yazmaktan daha çok, konuşma dili üzerinden bağ kurduğu. Yer yer kısa, canlı cümlelerle okuyucunun ilgisini yüksek tutarken, anlattığı bir kişi ya da eşyayı tanımlamak için bir sayfa dolusu sıfatı peş peşe sıraladığı cümlelere de rastlamak mümkün. Rahat okunmasını sağlayan özelliği, bu uzun cümlelerde bile sohbet havasını kaybetmiyor oluşu. Konu içinde gözlemler, birbiri içinde eritilerek sunulmuş. Örnek vermek gerekirse; bir çocuğa kendisine bayram elbisesi aldırabilmek için önce ağlayarak, sonra safha safha nasıl sorun çıkarması gerektiğini mizahi bir dille önerirken, aslında tipik bir İstanbul mahallesindeki esnafı resmediyor. Ya da, sembolizm hastalığına tutulduğu için dünyası kararan bir şaire, farklı şairlerden şiir dizeleri ile hazırladığı muskayı veriyor ve böylece şairin bu illetten nasıl kurtulduğunu anlattığı yazısında edebi akımların şairlerdeki hâllerini dile getiriyor.
Gazetede yazdığı mektuplar nedeniyle zor durumlara düştüğü de olmuş Rasim’in. Bir yazısında geçen şu cümleler, bu duruma yanıt olarak okunabileceği gibi, genel olarak mektuplarını kendi diliyle tanımlamak olarak da okunabilir: “Bizim mektuplar, kaşağı değil ki cilde sürülsün, çıngırak değil ki boyuna takılsın, boru değil ki ötsün, duman değil ki gözlerini bürüsün, bizimkiler adeta bir tütsü. Tesir etmezse diğer nüshasını yazarız. O da fayda vermezse büyüsünü çözeriz. Baktık ki yine hastalık devam ediyor, bildiğimizi söyleriz. Kayda, sicile müracaat ederiz. ”
Fıkra-deneme-sohbet arası bir türle yazdığı mektupların Ahmet Rasim’e yazar kimliği kazandıran yazılar oluşu yanında, gazetelerde yazım biçimi olarak yeni bir tarzın ilk örneği olduğunu da okuma sürecimde öğreniyorum. Bu yazılarla Rasim’in okuyucuda bir şehirlilik bilinci oluşturması, o dönem için oldukça önemli. Mektupları okudukça, aklıma Sezai Karakoç’un “ Seni şehrin aynasından geçirdiler ” dizesi geliyor. Karakoç, bu dizeyi yazarken Rasim’in mektuplarını kast etmiyordu büyük olasılıkla ama, bana bu mektupların bir şehrin aynasında gezindiğim duygusunu verdiği kesin. O dönemde güncel yazılmış olsalar da; bugün okunduğunda mektuplar, İstanbul tarihinin aynasından geçiriyor okuyucuyu.
Düşünüyorum da; bir şehri geçmiş yüzüyle tanırken, bilgisayar başında e-postalarla, elimizden düşmeyen telefon mesajlarıyla kuşatıldığımız günlerde, bir mendilin rengiyle “aşk”ın anlatıldığı günlere ansızın uzanmak, belki de kendimizi temize çekmeyi de beraberinde getirebilir.
Aynur Uluç
10 12 09