şair ve şiiri arasındaki ince ayar
“şair mi öne çıkmalı, yoksa şiir mi? ” sorusu “şiir” ve şiirden dolayı “şair” kavramı var olduğu günden bu yana kendini var etmiştir. birisinin şair olduğuna kim karar verir sorusu ya da… farklı zaman dilimlerinde, farklı ağızlarda kesin yargıymış gibi insanlara sunulan yanıtlar da bulmuştur kendisine bu soru. aslında söyleyen ve söz arasında kurulan denklemlerden çıkacak hiperbolik eğrinin zaman içinde oluşturacağı grafikler mi demeli yoksa bu duruma?
bu konuda söylenmiş bir söz var: “ doğada ve toplumda her tür düşünceyi destekleyecek yeterince veri bulunabilir.” sözün devamı ise şöyle: “ bu nedenle mesele, bakış açısındadır”. o halde baktığımız açıdaki öncellerin ne olacağı önemli.
önce “söz” var eder söyleyeni. sonra söyleyeni yüzünden söze değer verilir. bâki’den bâki kalan; “ bâki kalan kubbede, hoş bir sedâ”dır aslında. ancak gün gelir söylediklerinin kendisini gölgede bırakabileceği riskinden hareketle düşünerek, bizzat şairler bile mi kendi ismine oranla daha az saygı duyar olur söze? elbette ne okuyucusuna, ne de daha önemlisi kendine karşı “ söze artık daha az saygılıyım” diyerek cümleye döker düşüncesini. ama kendisini ispatladığını düşündüğü ismine güvenip üretimlerini o kadar da ince elekten geçirmeden sunuşu değil midir söze azalan saygısının asıl göstergesi? başlangıçtaki o güzel sözlerin sahibi olan kişi (sözler sanki mülkmüş gibi) kendisi olduğu için, böyle bir hakkı kendinde görüşü çok mu haklı olur peki?
ya da tersinden düşünelim durumu: “artık imzamın değil, sözümün daha önemli olduğunu öğrendim” diyorsa şair, nasıl algılanır okuyucusu tarafından? her şeyi tüketim mantığı içinde anlamaya alıştırılmış bireyler, nasıl algılar söylenilenin gerçek anlamını? hele de bu sözlerin sahibi, tanıdıkları bir isim olsun çelişki iyice parlasın diye… “nasılsa yeterince tanındı, bu anlamda bugün bunu söylemek kolay” diye mi anlaşılır durum, yine söyleyeninden bağımsızlaştırılamayarak? bu soru, başka bir boyutuyla şairin kendi değerini kendine karşı düşünmeye, sorgulamaya başladığı noktada başlıyor, denilebilir. ve işte o noktada ince bir ayar var.
hani tanınmak için yazmak noktası mı, yoksa kendi yazdıklarına yabancılaşıp baktığında (ürünlerinin insanı anlatmada bir kıymet olduğunu düşünüyorsa) onların diğer insanlara ulaşması ile ilgili olarak çaba sarf etmesi noktası mı? hatta sanatçı olarak (diğer tüm sanat alanlarının da durumun içinde olduğunu anımsayarak) kendinde bu sorumluluğu görmesi mi başka deyişle?
öte yandan söylediklerimden; şiir, doğruları söyler gibi bir sonuç da çıkabileceği için şu noktayı da açmakta fayda var: düşünceleri aktarmak, şiir alanına girdiğinden daha çok, düz yazının alanına girer. şiirle birlikte elbette öykü, anı vb. gibi düz yazı biçimlerini de katarak düşünürsek, gerektiğinde tek bir anın bile ince bir boyutla detaylandırılıp açılabildiği alanlardır, şiirler.
bütün bunların ötesinde benim asıl dikkat çektirtmek istediğim yan şudur ki; biçim ne olursa olsun her söylediğimiz söz, insanlık tarihinin bugün bize değdiği noktanın bize çarpıp bir biçimde estetik giyinmiş bir ürün olarak tekrar bizden çıkışıdır aslında. bu anlamda söylediklerimiz, sandığımız kadar da bizim değildir. nazım’a o şiiri yazdırmakta benerci’nin, lorca’ya “akşam üstü saat beşte” diyerek her bölümde kederini tekrarlatan Ignacio sanchez mejias’ın ve daha da önemlisi onların içinde var olduğu koşulların hiç mi katkısı yok o şiirlerde?
üstelik şiir yazanların yazdıkları şiirin tadını çıkarmak yerine hemen şair olmanın derdine düşmesi de ayrıca bir bahis. zaten dergi çıkaranlar veya başımıza edebiyat baronu kesilenler de bu zaaftan yararlanıp kendilerine böyle bir rol biçerler. dergileri için şiir seçici olmak sanki onları bir otorite yapıyormuş gibi bir edalara girerler. ama artık çok şey değişiyor. internet bu imkânı elinden aldı dergilerin. blogların olması, sosyal medya sayfalarında paylaşım imkânını bulmak, internet siteleri… hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. kitabı olmak dahi kıymetini yitiriyor. parası ile kitap çıkarma günlerinde olmak ve kitapların artık e kitap gibi başka bir sahada da var olması çok şeyi yerinden oynattı. “birisinin şair olduğuna kim karar verir”, sorusu bu anlamda güzel bir soru. sanki eski tas eski hamammış gibi halâ o algılarla yaşayanların olduğunu ve az bir üretimle kendini bir şey sananlar kadar, kendine bu yargılarla bakıp gereksiz mütevaziliğe girenlerin de olduğunu dikkate alırsak yerinde ortaya atılmış bir soru bu. şiir yazanların sorunun içinde biraz ilerlediğinde çuvaldızı kendisine de batırmasının gerekliliğini anımsatan bir soru.
kitap çıkarmaya, şair camiasında ismimizin görünmesine edebiyat dünyasında ismimiz kalsın diye bakıyorsak çıkarcı bir yandan bakıyor olduğumuzu kabul edelim öncelikle… kendimize karşı dürüst olalım hiç değilse. ama tarafımızca söylenmiş sözlerin ne dediğine kulak verip, bunu insanlara ulaştırmayı bir sorumluluk olarak görüyorsak (çünkü bizden çıkanı bizden başka, birilerine ulaştırabilecek kimse yok) konuya yaklaşımımız farklı olur. işte o noktada altındaki imza değil, öz olur asıl önemli olan; önceli olan…
ismimiz söylediğimiz sözlerin referansı olduğu için önemlidir. o sözler bizim referansımız olacağı için değil. sözü söyleyen isme gösterdiğimiz özen, o sözler, başı yukarıda durabilsinler diye olmalıdır. tam da söyleyecek sözümüz olduğu için başlamışken onları söylemeye, artık söyleyen kişiyi beslemeye hizmet edeceğini hesapladığımız yeni sözler üretmeye çalışmanın anlamı yok. her ay birkaç dergide adım görünsün diye düşünerek alt alta konulmuş dizeler üretmeye çalışmanın anlamı yok. bir zamanlar insanı güzel anlatan sözleri söyleyebildiler diye, bazı isimlerin bugün de her söylediğini önemli addedip, onların edebiyat dünyasında çabalamadan durmalarını yeterli görmenin faydası yok edebiyata. zararı var.
şair, bir insandır. hepimiz gibi oturan, kalkan, acıkan, iyi ve kötü yanları olan ve bunlara ek olarak içinde duyduğunu dışarı aktarma ihtiyacı içinde olan bir insan. başka bir tanımla; sözün aktarıcısı konumundaki kişi. şiirse paylaşıldığı andan itibaren insanlığa mal olmuş, kılıçtan bile keskin güç olabilme potansiyeli olan bir olgu; diğer yanıyla tınısıyla içimizi usul usul yıkayacağımız terapi kanalımız… şairliği bir ünvan gibi düşünmediğinizde açıkça görünür ki; en çok yaşadığı anda şairdir insan… ister resimle, ister sözle olsun; onu şiirce dile getirirken şairdir…
bu, şairi önemsiz sayan bir yaklaşım değil. hatta, kalıcı olabilecek bir şeyler üretebilmişse; şairi gelinen sonuç olarak çok daha yukarıya taşıyan, ve yine kalıcı olabilecek yeni ürünler üretmeye teşvik eden, özetle onu kendi ismine dayanarak yavaş yavaş çürümekten kurtarıp, üretime davet eden bir yaklaşım. amaç ve araç kavramlarının sorgulanmasının sürekli diri kaldığı; hâl böyle olunca sözün hep diri kalacağı bir yaklaşım… yoksa konu tam da amaç ve aracın birbirine karıştırılması noktasına gelir. bunun için; yazanlar, yazılanları insanlara ulaştıran yayın organları ve de kendine düşen sorumluluk payını gören okuyucular olarak hepimizin bu noktada şöyle bir durup, kendimizi sorgulamamız gerek…
resim ve metin: aynur uluç