mutluluk festivali başlarken
bir festivali orada olmadan, içinde olmadan yasamak… heveslenmek, mutlanmak nasıl bir şey… yazmak, coğaltmak, duyurmak istemek… yoldan geçenlere el edip “ey yolcu! ilgilenmeden geçme… orada olup olmaman önemli değil… bunu duymadan, duyumsamadan, duyurmadan geçme demek istemek…
her yerimizi karalar sararken, gülmek en doğal hakkımızken ancak inatla gülüyoruz işte bile demeden gülüvermenin mutluluğunu üstlenmek… içimizdeki o canlı noktadan temas etmek hayata… burdan dillenmek…
şu aralar bir kitap okuyorum.. yazarı marshall b. rosenberg… kitabın ismi “çatışma ortamında barış dili” bunca yıllık hayatımda gördüm ve deneyimledim ki hiç bir şey tesadüf değil. adı böyle olan bir kitabı okumanın aslında tam sırası gündeme bakarsak. o halde ne var bunda şaşacak, diyebilirsiniz elbette. ama o kadar düz değil bunun açıklaması bende. sanki kendiliginden bir şeyler, görünmez bir el şekil verir gibi bazı kitaplar, bazı şiirler yoluma düşüyor ve ben sadece uzanıp alıyorum onları. işte böyle bir şeydi bu kitapla yolumun kesişmesi de. henüz yeni başladığım bir kitap hakkında yazmak isteğim ve hiç havasını solumadığım bir festival hakkında yazmak isteğim aynı hareketin içinde esiyor içimde. hareket olan yer beni çağırıyor sanki. bir şiirde şöyle demiştim. “boşluğuma basarak her adımda yeniden uçmayı deniyorum/ hareketin çekirdeği boyunca. ”
sinop’ta hareket var. can var sinop’ta. müzik, resim, söz, ses çocuk sarkıları içiçe geçiyor her birisi kendine özgü renkte salınan afişlerinden görüyorum.
festivallerde bir seyler hep aksi gider eksik kalır. içe siner, sinmez. beni ilgilendirmiyor işin burası. bir festival hakkında festival başlamadan yazıyorum. festivalde nelerin başarılı olacağı ve bir dış gözle bakıIıp başarı kavramından hareketle çıkarılacak sözler beni ilgilendirmiyor o kadar. akıllarda ve gönüllerde açtığı ve açtığı yerde izi kalacak imgesi çok güzel. imgesi ona değen her canlıya değecek kadar sıcak… gelmeden önce ve geçtikten sonra süresi. en çok, en çok, en çok imgeler yetişir imdadımıza. ne sözdür, ne eylemdir aslında yaşanılan. kurdugumuz manâlar yürütür bizi. kitaptan söz etmistim az önce size… bitirdiğimde hakkında da yazacağım uzun uzun; niyetim öyle… ama şimdi şunu söylemeliyim. giriş bölümünde temel iki soru koyuyor ortaya kitap… “içimizde canlı olan nedir” ve “hayatı daha güzel kılmak için ne yapabiliriz…”
işte bu iki sorunun hayata geçirilme cabası gibi benim imgelemimde bu festival. o yüzden hareketin cekirdeğinin peşine takılıp cik cik kuşlar gibi göğsümde çırpınan çığlık el sallıyor içerden bana ve yaz diyor. evimde, rahat yazı masamda değilim. telefonun harflerine hızlı hızlı basarken parmaklarım tonlarca klavye hatası yapiyor birazdan tek tek temizlemek zorunda olacağım… sadece koşuyorum şimdi içimde canlı bir nokta var; sinope’deki su perisinin göğsündekiyle kesişen. orada yüzünü görmeden, sesini duymadan, sadece adını bildiğim bir arkadaş var. volkan atılgan emek. mutlaka yardım eden bir ekip de olmalı. ama buradan bu arkadaşın emek emek koşmasını heyecanla izliyorum. bir emek bir katkı veresim geliyor hesapsız. bir balık çizesim, denizine sinope yazasım geliyor.
“kim istemez mutlu olmayı ama mutsuzluğa da var mısın” der cemal süreya. ondan el alarak sözü şöyle değiştireyim: “mutsuz olmak kolay bu şartlarda; içimizi ele geçirmeye çalışanlara rağmen… mutlu olmaya da var mısın”
sinop’ta bu yıl ilki yapılacak olan “mutluluk festivali” tam da içimizdeki canlı noktanın hayatını kurtaracak can simidi gibi sanatla uzatılan.
kitapta karşıma çıkan ve beni güIümseten şu alıntıyla bitireyim en iyisi; harold whitman diyormuş ki:
“kendinize dünyanın neye ihtiyacı olduğunu sormayın. size yaşama sevinci veren şeyin ne olduğunu sorun. çünkü dünyanın hayat dolu insanlara ihtiyacı var”
aynur uluç
1 eylül 2016