müstesna bir film
bir yere giderken varacağınız yerin coşkusunu yüreğinde hissetme duygusu. kalbinizde belli belirsiz bir heyecan. henüz kendisine değmeden, ona dair önsezilerin bile içinizi karıştırması. işte bu duygular eşliğinde gittim sinemaya çok uzun süredir ilk kez. çok uzun süredir bir yere bu duygular eşliğinde gittim demek daha doğru olur belki de. uğur yücel ve türkân şoray adlarının yan yana gelişlerinden mi ortaya çıkıyordu bu enerji? filme dair çok fazla bilgi edinmemiştim özellikle. benden önceki bakışlar, belleğimde koşullanma oluşturmasınlar istiyordum. giderken elimdeki veriler şunlardı : türkân şoray, uğur yücel, “hayatımın kadınısın” isimleri. ve fonda “aşk ”, elbette.
ilk sahneden itibaren film, sıradan olmayan bir şeye dokunduğunuz duygusunu gerçekten de çok başarılı bir şekilde veriyor. balat'tan yansıyan fotoğraf karesi şıklığındaki görüntüyü takiben türkân şoray, hem yıllardır tanıdığımız alımıyla dolduruyor kareleri; hem de biraz sonra ne izleyeceğimize dair merak duygusunu taşıtmayı iyi biliyor. uğur yücel ise bakışları, duruşu ve bizi roman sayfalarında gezdirir gibi bir sesle anlatmaya başladığı öyküsüyle karşımızda. bize dayatılan hayattan firar edebildiğimizde ancak, kendimize ulaştığımız anların tılsımında yaşayan tayfur (uğur yücel) karakteri, “firar” ismini küçük teknesine verirken sanki, bir yandan da içinin firârına hazırlıyor kendisini usulca. yaşamdan kendisine dayanmak için bir teselli arayarak avutulan kaderine teslim oluverme ile isyanların nüvesinde duran bir iç dünyanın ipuçları, teknelerine verdiği “firar” ile “teselli” isimlerinde o an.
uğur yücel “alacakaranlık” ve “hırsız polis” isimli dizilerin ekibinden rahat çalıştığını iyi bildiği isimlerden bir kadro oluşturmuş kendisine yine. settar tanrıöğen, selim erdoğan, ezgi mola o ekiplerden hatırlayacağınız simalar. başlangıç bölümlerinde yönetmenliğini yaptığı “ikinci bahar” dizisinde de birlikte çalıştığı türkân şoray ise, onun bu film için düşündüğü tek isimmiş. bu tanıdıklıklar, tümüyle oyuncu kadrosu ile arkadaşmışsınız da, şimdi bu kişilerin başka yüzlerini izliyormuşsunuz hissi yaratıyor.
aşk, dile gelip orhan gencebay’ın seslendirdiği “hatasız kul olmaz ” şarkısıyla konuşmaya başlıyor sanki iki kişi arasında. evet... sevgililerin kendilerinin yerine şarkıların, şiirlerin konuştukları büyülü bir aşk bu.telefon mesajlarının, bilgisayarda posta kutularının anlamlı anlamsız söz yığınları ile dolduğu günümüzde, sözlerin anlatamadığını hüzün dolu bakışların anlatabildiği yıllara ait bir aşk. böylesi bir aşkın bugün de her şeye rağmen var olabileceğinin canlı bir örneği gibi sanki. yıllar içinde kendi sessizliğinde saklanmış anıların resimlerle defterde biriktiği, müstesna akşamların yaşandığı, hislere mâni olunamayan bir aşk. yaşamın yorgunluğunu omuzlarında hisseden aşıkların hayat zorladığında birer kahramana dönüşüverdikleri bir aşkın hikâyesi, bu film.
filmde oyunculukları ile dikkati çeken iki kişi var. televizyon ekranlarından “ali desidero” tiplemesi ile tanıdığımız yıldırım memişoğlu, bu filmden sonra kötü adam tiplemelerinde sıklıkla görebileceğimiz bir isim olacak gibi görünüyor. bir diğer isimse; ezgi mola. saflık dolu duruşuyla çıplak olduğu sahnede dahi şehvet duygusu uyandırmadı seyircide. türkan şoray’ın kocası rolündeki nejdet (yıldırım memişoğlu) karakteri, karısını hem mülküymüşcesine alıkoymaya çalışan ama bunun için şiddet yöntemini kullanmayı tercih eden, öte yandan karısının ilk eşinden olmuş kızına (ezgi mola) eskilerin tâbiriyle yan gözle bakmakta çekince görmeyen bir adam. nejdet karakterinden kişilerin bolca var olduğundan eminim bu toplumda. “nejdet gibi adamlar olduğu sürece tayfur gibi adamlar da olmak zorunda” diyor finalde tayfur. işte bu orantının tayfur’dan yana hayata geçirilmesi konusunda etkin olabilecek bir film bu. diğeri için zemin uygunken,tayfur gibi adamların varlık sebebi olarak tutunabilecekleri değerler zarar görüyor çünkü bugün. aşk, sevgi, delikanlılık, sadakât, sahiplenme gibi değerlerin yeniden parlatıldığı böylesi filmlerden etkilendiğimiz her sahne, içimizde diri kalmış cevherlere denk düşer çünkü.
bu filmi izleme şansını verin, yeniden her şeye şöyle bir yabancılaşıp içimizdeki cevheri keşfetme hediyesini verin bence kendinize.
Aynur Uluç
11 aralık 2006