annem “kızım kendinizi sıfıra toplayın” derdi, anlamazdık
annem bizlere “kendini sıfıra topla” derdi anlamazdık, gülerdik. topladık bak olmuş mu anne filan derdik. espri zannederdik gülerdik. meğer kocaman ama kocamannnnn bi felsefeyi kalbimize ekiyormuş o cümleyle. “başa dönelim, taa en başa” diyen felsefeci kimdi anımsayamadım adını. bunu sezai ( sarıoğlu ) sıklıkla söylerdi alıntılarken. tabii derdim öyle diyorsa öyledir, ama tam da anlamazdım yine de. oysa o hep doğru yerde alıntılardı “en başa dönelim meselesi işte bu” derdi. ben de anlar gibi bi hâl içinde de olduğum için belki de anladığımı sandığım için aa evet derdim. anlardım da aslında ama hepimiz gibi, görebildiğim kadarını.
sonra ikinci yeni şairleri ile tanıştıkça gördüm ki bi acemiliktir tutturmuşlardı. cemal süreya, edip cansever, turgut uyar şiirlerinde acemi olmayı övüyorlardı hep. ondan önce aslında bu fikirle ülkü ( tekten ) sayesinde tanışmıştım. acemi olmak değil de usta olmamak üzerinden tersinden. antolojim sitesi vardı bi zamanlar, meraklıları bilir. sene 2005 filan olmalı. yazdığım bi şiire koca bi paragraf yorum yazmıştı ülkü. kimdi bu yorum yazan.. öyle bir kalmıştım ekranın karşısında. ülkü ismi ele vermiyordu kendini; kadın mıydı erkek miydi. öyle birikimli bi dili vardı ki cümlelerinden sızan. aman allahım çok şey okumuştu bu kişi, acaba kaç yaşındaydı.. ve şimdi asuman’( çakır ) ın dediği gibi, ayrı ayrı dağlardan toplanan otlarla tek bi kazanda pişirdiği aştan bi kase de gelip benim şiirime yorum olarak dökmüştü sanki. farklı bi şeyden söz ediyordu benim için. teorisi ile ilk kez karşılaştığım bi yaklaşım biçiminden desem daha doğru olur. ama içimde hiç de yabancılamadığım bi düşünceyi sesliyordu bi yandan da. kişiye usta denmesi o kadar da iyi değil diyordu. e ben bunu biliyordum aslında. perran kutman oynadığı bi dizide “hoca camide, hoca camide” derken de tam anlamıyormuşum o felsefeyi de hocam denmesin de öğretmenim densin gibi bi dil oyunu da gibiymiş benim için bu cümle. ama sızdırıyormuş işte.
şimdi ülkü yorum yaptığında aha, dedim işte bu yüzden ben de yıllarca parkta kadınlara her sabah spor yaptırmıştım da bi kere bile hocam dedirtmemiştim kendime. kibirli bi şeydi bence hocam denmesinden tat almak. kızardım hemen hoca değil aynur diyerek düzeltirdim o dizideki perran kutman gibi.. işte şimdi ülkü de bunu edebiyatta anlatıyordu bana. kızım yaşındaki o kocaman yürekten sonra neler neler öğrenecektim. o yorum bizi birbirimize bağlayacaktı yıllar içinde. annesi yaşındaydım buna hep şaşardı. senle ne çok konuşacak şeyimiz var diye.. buluştuğumuz anda konuşmaya başlardık aradan bin yıl da geçse. ikimiz de teorinin peşinde koşuyorduk o dönem. antolojim sitesinde habire bi konu bulup forumlar açıyorduk. herkesi başına topluyordu o forumlar da. ortaya attığımız sorular hep damardan oluyordu çünkü. yorumlarla dolup taşıyordu sayfalar. ama en çok ülkü ve ben coşuyorduk; resmen kendimizin hem eğitmeni, hem öğrencisi gibiydik. çok şeyi ben o günlerde öğrendim.
sonra sezai’yle tanıştım işte. sonra o sayede o kadar çok insan birden girdi ki hayatıma. nehirmuhabbetler’in ilkinin bi ay öncesiydi tanışmamız. kurmayı düşündüğü muhabbetler zincirinden söz etti. ve bu çalışma tam bana göreydi. her ay yaşamın içinden geçmiş yaptıkları ve ürettikleri birbirini tamamlayan konuklar buluyorduk. ve sinemadan müziğe, müzikten edebiyata kimler gelmedi ki o altı yılda. okuduğum ikinci üniversite gibiydi nehirmuhabbetler. her ay özenle hazırlanırdım yeni konuya. yönetmense tüm filmlerini izlerdim öncesinde. masalcı ise masal tezlerini. dersine iyi çalışmış bi öğrenci olmuştum hep okul hayatımda da. burada da aynıydı. ben her seferinde sıkı hazırlandım konuya ve konuğa. sohbetleri sezai yapıyordu onun kadar hazırlanamam tabii ama orada soru bölümünde mikrofon gezdirirken kim en damardan doğru soruyu sorabilecekse onu sezebilmek için bilmek gerekti. yaşanan şey boşa olmasın diye bilmek gerekti sonuna kadar. dibine kadar yeniden öğrenci olmuştum. o kadar “efendimiz acemilik”ti ki sanki yıllarca o forumlarda coşan ben değilmişim de ilk defa öğreniyormuşum gibi sıfırdan öğreniyordum her ama her şeyi. kendimi şiirden anlamaz edebiyatı bilemez gibi de hissediyordum öğrendikçe, şiir yazdığımı bile ilk başta bilemedi insanlar o kadar sıfıra toplamıştım sanki. sahnede ben de şiir okumak istiyorum diyebilmek çok zor olmuştu o yüzden. “efendimiz acemilik” diye diye kibirden arınıyorduk; bu iyi bir şeydi. ama kibirden arınayım derken kendimi gölge bi görünmezliğin içine de soktuğuma uyandığımda kendimin çok azı olduğumu bir de burdan anladım. gösterdiğim bölüm çok azıydı. bunu bi türlü kavrayamıyordum.
bana çok kıymetli bi mail yazmıştı sezai oysa, hem de ilk tanıştığımızda. daha nehirmuhabbetler’in bile başlamasından önceydi. çoğu insan aslında ürünlerinden azdır demişti sende ise tersi bi durum var. yazdığın şeyler senin çok azın. bu muhteşem cümle hoşuma gittiği kadar üzmüştü de beni. inanılmaz bi şey söylüyordu aslında. ama yazdıklarımı beğenmiyordu işte. derinliği yok diyordu bana göre de bunu nezaketle yapıyordu sanki. öyle algılıyordum. . bana göre yazdıklarım o kadar derindi ki orada anlattığım nasıl derin olmaz diyordum içimden. bu da derinlik değilse daha derini nedir. göğsümü yırta yırta çıkmış bi yazı şimdi derin değil bulunuyordu. içim isyan duygusu ile doluydu. görünmek duyulmak istiyordum. şiir yazı edebiyat titrleri umrumda bile değildi. içimdeki çocuk o derinliği aslında görülebilsin istemişti. oysa sezai görmüştü. ve bunu tam da o mektupta özenle dile getiriyordu işte. senin ürettiklerin kendinin azı diyordu işte adam. neden böyle hatta diye olası sebeplere dahi kafa yormuştu.
bi yandan da anlıyor ve kuvvetle seziyordum ki hayatımın en kıymetli mektuplarından birisini tutuyordum elimde. elimde tutuyorum diyorum çünkü gelen maili print etmiş çantamda taşıyordum. ve öğrencilik böylece başlamıştı. “efendimiz acemilik” diye diye yıllarca etkinlikler yaptık hep birlikte. sonra birden anladım annemin cümlesini. acemilikten de öte en özümüzdeki insanı kastediyordu “kendini sıfıra topla” derken annem. o yüzden spor yaptırdığım hanımlara hocam dedirtmiyormuşum vaktiyle evvel. e ben bunu hep biliyormuşum ki. bedenine yabancılaşmayı, ruhuna yabancılaşmayı dert edecekmişim sonraki yazılarımda yeni bir şey bulmuşum gibi bu yolu devamı olan yere dönecekmişim teoride ve pratikte. “en başa dönelim” ne demekmiş. bi katman daha derinden anlamaya niyet edecekmişim tekrar ve tekrar. uygulamadığım bilgiyi ne yapacakmışım ki deyip yaşamımı yeniden kuracakmışım.
başka bir güne zıpladı şimdi zihnim birden. şiirlerime bakıyorduk nilgün ( aras ) ile bi dönem… benim kitap çıkma öncesi… o anda baktığı şiir bana göre müthiş bi şiirdi ama nilgün bi türlü anlatmak istediğimi görmüyordu şiirde. gözleri parlamıyordu ışığı görüp. nasıl olur da göremez onun gibi yetkin bi kadın, diyordum içimden. birden bana döndü şirden kafasını kaldırıp.
bana şunu bi anlat hele aynurcuk, dedi. bana hep öyle derdi ve bu nasıl hoşuma giderdi. acemiliğimin altını çizen sevimli bir kelimeydi.. acemi kalmamız gerektiğini hissettirirken yazdıklarımın da özel olduğunu hep hissettirmiş birisi olmuştur nilgün. o ses tonu bu iki ucu birlikte dengelerdi o yüzden severdim bana öyle hitap etmesini. o seslenişindeki tatlı tınıyı severdim. kendine uymayan yerde bile bak aynurcuk derdi bu bana uygun değil çünkü benim aradığım şey yok içinde sen benim değerlendirmeme bakıp şiirine kötü deme sakın..
şiirde geçen duyguyu aka coşa anlattım gözleri fal taşı gibi açıldı. eee dedi aynur bu anlattıklarının hiç birisi bu şiirde yok. asıl anlattığın hissedişin kendisi şiir. şimdi otur bunları yaz. işte o zaman anladım o mektupta geçen kendinin azı olmak ne demek. adam haklıydı. ben hissettiğimi biliyordum derinliğimi biliyordum ya oraya da yansıdı sanıyormuşum meğer. insan ancak kendisini sıfıra topladığında en özünü oluşturan damarları görüyor. o damarlarda kimlerin kanı dolaşmış ancak öyle görüyor. içimden ne çok insan geçti bugüne kadar. ben hem iz sürmeyi seviyorum içimde o yüzden içime kim ne ekti hep farkındayım, hem de kapılarım hep açık. algaçlarım hep pürheves. çünkü her birisini özenle büyütüyorum gizli bahçemde. o yüzden asuman ne biriktiriyorsan biriktir bir tencerede muhallebi döker gibi taslara dök canım benim, dediğinde aklımda kalıyor bu söz üzerinden yirmi yıl geçse de. bahçemin toprağına ekilen her şey çiçeklerimin rengine karışıyor. bir çizgi oluyor desenlerimde. bana yansıyan her şey içimde filizlenip başka bir formatta çıkıyor bir gün ortaya.
hal böyle olunca yazmak kesmedi beni, içimde fışkıran bin bir bukleyi çıkartacak o çıkışa yetmedi; çünkü insan ne kadar geniş olsa çağrışımı kısıtlı kelimelerle yazıyor şiirleri, o yüzden benim resime geçmem mecburiymiş. içimdeki imgeleri ancak resim dökebilirmiş ortaya..
yıllar sonra adminim kerim ( eren ) ile birlikte kişisel web sitemi oluşturduğumuzda içim içime sığmıyordu. yazdıklarım, çizdiklerim bir yerde birikiyordu ya. göğsümden geçenlerin döküldüğü kaselerin tek bir yerde toplandığı bir mutfağım olacaktı artık ve tam o kavşakta da deniz ( bilgen ) çıkmıştı karşıma. ve diyordu ki deniz, senin siten beni çok mutsuz ediyor. sen bundan çok çok ötesisin. senin çok cılız bir halin yansıyor buraya.. yine içerliyordum aynı sezai’ye yaptığım gibi. neden yaptığım şeyleri insanlar az buluyordu. benden ne bekliyorlardı ki. ben buydum işte o kadar. ve benden onlar çıkıyordu ancak. ve hiç de kötü değillerdi bana göre.. ama hep az bulunuyordu. tamam çok etkilenenler, beğenenler daha yüksek sayıdaydı ama burada işaret edilen bir kapı var ya hep daha ötesine. o kapıları akılda tutmak çok önemlidir. o kapıları zorlarsa insan ilerler.
ben süreci anlatmaya döneyim yine. bana o kıymetli mektupta “yazdıkların kendinin azı” deneli tam on yıl geçmişti aradan. ne çok şey öğrenmiştim ne çok geliştirmiştim kendimi bu on yılda işte demin anlattım kabasını. ve yine geldiğimiz noktada azdı yaptıklarım. akıl alacak gibi değildi. benim aklım da almadı. insan bir şeyi anlayamazsa onu anlatacak illa başka birisi geliyormuş meğerse bir gün. ve aynı şeyi başka kılıkta söylüyormuş insana.. hayatın diyalektiğinde bu var. sen fark etmedikçe hayata uymayan yerine birisi işaret etmek zorunda kalıyor. bak burası kabuklu diyor aslında sana. kabuğu kaldır içine bak. bende de aynısı olmuşmuş işte: ilk işarette okuyamayınca ben, ikinci bir işaretçi olarak deniz'in demesi gerekiyormuş. ve tüm bunları anlamam için de yeterli vaktin geçmesi.
bu cümlelerin ne demek olduğunu artık biliyorum. deniz'i de sezai'yi de anlıyorum artık, hem de en içimden anlıyorum. ve bana bunu açıkça söyledikleri için müteşekkirim. düşünsenize aradan yıllar geçti. o mektubun üzerinden tam kaç yıl geçmiş hesaplayalım; 2007 idi. bugün 2020. deniz’inkinden de bir beş yıl geçmiştir en az. kendinin azı olmak ne demek anlıyorum. artık sıfıra toplamak istiyorum kendimi. bakmayın tarihler verdiğime; zamanın böyle belli sayılarla ifade edilemeyecek bir şey olduğunu da anlıyorum aslında.
içimizde biriken kadın ya da erkek her bir zenginliğimizle ilk başa döndüğümüz o yerde yazabilmek mümkün olsaydı. hepimiz kendimizin azıyız aslında bunu anlıyorum ben asıl. benim tek farkım cevherini belli edenlerdenmişim ben. arkadaşlarım, dostlarım ben görmeden görmüşlermiş aslında içimde yatan renkleri, özleri, biçimleri. ben çok sonra gördüm. resme başladığımdan beri aslında. elime tanık olmaya başladığımdan beri. elimi serbest bırakıyorum ya çiziyor ve asla isteyerek yapamayacağım mimikler, beden halleri kendiliğinden oluşuyor sanki resimde. kahve falı gibi otur oku sonra. o zaman anlıyorum bedenin içindeki kadim bilgiyi.
şiirde de öyle miydi acaba... bana sorsanız akıp gidiyorum derdim. demek ki tutuyormuşum biraz ne kadar tutmuyorum desem de kendime. işte o azımız öylece çıkıyor ortaya. kendimizi tuttuğumuz yerlerde kitleniyor elimiz ayağımız.
bakın bugün bir paylaşımımda yoruma gelen bir tanım beni tetikledi aldı nereden nerelere götürdü. kocaman bir yazı çıktı buradan da. kahraman bey'in yoruma eklediği "ana kadın sıfırlama” sözü annemi anımsatmıştı. bana "kendini sıfıra topla" deyişini. ki zaten annemdeydim o anda. bu sıfır da bütünledi sanki duyguyu. kardeşimin cümleleri annemin ağzından dökülmüş gibi canlıydı az öncesinde de... annemin kokusu burnumdaydı zaten ve ağlıyordum da anneme özlemimden. birbirine katkı sunmak işte böyle bir şey. birimizin dilinden dökülen cümle diğerinin hayatında bir taşı kımıldatıyor ve başlıyor içimiz oradan akmaya. eskiden de öyle yazardım gözümü kapatır gibi dış dünyaya ama artık tam akıyorum gözlerim sadece içime açık. aradaki farkı anladı artık elim. resim çizer gibi yazıyorum yazılarımı da. kendimle konuşur gibi... kendimi siz, sizi ben olarak algıladığım için ... şu küçücük telefon ekranında coşarak yazıyorum başını sonunu hesaplamadan. nehirden bir muhabbet yaratır gibi akıyorum, göğsümün tam içinden…
aynur uluç
17 05 2020