kırıyorum işte şeytanın bacağını
hastaneye gittiğim bir gün, iki saat içinde çıkacak olan tahlil sonuçlarımı beklerken zamanımı nasıl değerlendireceğimi düşünmüştüm. yolumu kesen ilk sinema salonuna girmiş ve kendi kendime nazlanamayacağıma göre hızla bir film seçip izlemiştim. şansıma çıkan filmde değişen sahneler boyunca fonda akan amasra'yı seyretmeye doyamamıştım o gün. zamanla fark ettim ki filmin kendisinden çok, isminde beni çeken, ama ne olduğunu henüz çözemediğim bir tılsım saklıymış:. "gönderilmemiş mektuplar..."
o günden sonra bu iki sözcüğün etrafında dönüp durdu düşüncelerim, bulduğu her fırsatta. kendimce evirip çevirdim sesini, anlamını. yaramaz bir çocuğun ansızın eline geçen oyuncak misâli neresine dokunacağımı, neresini bozup yeniden kuracağımı şaşırmıştım. filmde yıllar önce öldü sanılan bir adam, sevdiğine hiç göndermeyeceği mektuplar yazmıştı. kadın, yıllar sonra tesadüfen dinlediği radyo programında mektupların varlığı ve içeriği ile tanışırken aslında adamın halâ yaşadığını da belli belirsiz fark ediyordu. “anlam belirsizliği” kavramı, okuduğum kitaplardan çıkıp bu iki sözcükle ete kemiğe bürünmüş ve yoluma dikilmişti sanki... beni bu sözcüklere bağlayan dipteki sebebi bulmadan belli ki rahat edemeyecektim.
arada sırada uğradığım bir gazete ofisi var. böylesi uğramalarımın birinde o ofiste ilk kez karşılaştığım bir adam bana şöyle sormuştu:
-bir şeyler yazıyor musun, sen?
içinde bulunulan mekânın ona sağladığı konumsal avantajı kullanarak ve beden diline bakılırsa pek önemli şeyler yazdığı bilgisayarından kafasını kaldırmadan sorusunu yöneltmiş bu adamın pervasız edasına karşılık, benim de ona önemli bir yanıt vermem gerekir diye düşünmüştüm. belki ona inattan, belki ben de onu etkileyebilmek için üstüne basa basa şöyle demiştim:
-evet, mektuplar yazıyorum. dostlarıma mektuplar...
işte o an ağzımdan doğallıkla çıkıveren bu yanıtım, zihnimi daha sonra epey meşgul edecekti. dostlarıma mektuplar yazdığım doğruydu, ancak o gün takındığım mağrur tavrı o kadar da iyi taşıyamıyordum anlaşılan ki, sadece mektuplar yazıyor olmak, için için hafif geliyordu yazın adına. yazabilmek mektup yazmakla oluverecek bir iş miydi.... bize öyle öğretilmişti. kocaman kocaman yazarlar yazardı ancak yazmak eylemini kaleminde tutarak. "ben de yazıyorum işte" diyerek içinden fışkırıvermek de nereden çıkmıştı birden.
belli ki, şimdi tam da o dönemeçteyim... belli ki bana çizilmiş çerçevelerin dışına çıkma zamanım gelmiş. yoksa yatağımdan fırlayarak içine düştüğüm gecenin bu girdaplı saatinde avuçlarımdan neden sular fışkırsın. aklımın içinde dönüp duran, cevabını kemiren sorular, birbiri içine geçmiş anlam belirsizlikleri sis perdesinden çıkıp gözümün önünde neden şekillensin bir bir... anlıyorum... anlıyorum ki özellikle mektuplar yazacağım ben. hem de göğsümü gere gere mektuplar... hiç kimseye gönderilmeyecek, böylece kim okursa onun olacak olan... okuyucunun dünyayı algılama çerçevesi zihnimin sınırı olamayacak. anlıyorum, şekil olarak konulsa da noktasız cümlelerin arasındaki sınırsız özgürlükte parendeler atarak dans edecek parmaklarım. beklentileri ardından bakarak hiç kimse alınmayacak söylediklerimden ve hiç kimse sevinmeyecek kişisel sebeplerle. başı selâmla başlamayıp, sonu kestane kebapla bitmeyen satırların arasında gönlümce uçarak döşeneceğim kağıdın beyazlığına. hatta belki, yazanı bile ben olmayacağım.
aynur uluç
16 08 2003