kırılma noktası
yıllardır deli gibi savunduğum bir şey tam ortasından çatlıyor bugün ve nerdeyse tam tersine dönüyor. protesto ise bir şey protesto olduğu belli olmalı, sevmekse sevdiği, yermekse yerdiği net olmalı, kaçası geliyorsa kaçtığı, sıçası geliyorsa sıçtığı.
yüreğinin çarpmasının hesabının sorulacağından ürken bir yürek.. sevişesi geldiliğini kendine bile söyleyemeyen bir dip sansür.
çok derinde titreşen bu korku insana hiç değilse sesi cılız da çıksa bi şeyler olsun söylemeyi yaptırır. insan saklayamaz kendini illa bir şekilde sızdıracak, "midas'ın kulakları keçi kulakları" diye bir kuyuya bağıracak illa ki. bir şiire, bir ağıda, bir şarkıya dökecek içinde tüten fırtınayı.
ve beden bilir aslında orda olan biteni. bak o kalp ettendir. çarpıyorsa bi bildiği vardırı dipten dipten sızdırıp sonra da anlaşılmayı beklemek.. anlamaz işte o zaman karşıdaki. onda bi şeyleri net harekete geçirecek bi ifade biçimi değil aslında bu. etki tepki mekanizmasını yerinden oynatmıyor. dokunduruyor sadece minik minik. serzeniş gibi. sitem gibi.. sesi ürkek çıkan bi talep. kendisi kendisine hak vermiyor ki bak aslında bi anlasan beni diye neredeyse yalvarmak bu böyle ifade etmek.. ama o bile açık değil..
ben bu dipten sızdırma ve sızdırıp sonra da insanlar tarafından anlaşılmayı bekleme temasında çok çalıştım. yıllarca çalıştım hem de savuna savuna.. öve öve böyle dile gelmeyi bir de çok matah gibi.. saldırıdaki öfkeye gerek yok diye diye. öfke kafadan kötü bir şey ya, öyle bellemişiz ya vaktiyle evvel. o öfkedeki derin adaleti görememişim ben. üstü örtülmüş duyguların gerçeği haykırma eylemi olduğunu bir anlamamışım aslında. bilmekle anlamak aynı şey değil.
insanlar konuşa konuşa anlaşır demişler inanmışım. insanlar da direk etki ve tepkinin netliği gerçekliğinin hissettirme derecesi ile anlaşıyormuş meğer. yeni yeni kafama dank ediyor. ben de hep böyle yazdım şiirlerimi. ürkek bir estetiğe yedirerek. şiire yedirerek bundan ötesi var mı. arkasında duramayacağım her acıyı şiire yedirip sızdırdım. açıkca durum budur budur budur diyemeyen her şairin yaptığı gibi.. belki de ancak öyle ifade edebildiğim için yüreğimi ben de dip sesle bi şeyler mırıldanıp durdum. . ama bu çok zor ... çok ağır bi şey bu. ve işin kötüsü hayatı değiştirmeye yetmiyor. ne kendini, ne karşındakini, ne akışın, etkileşimin kendisini değiştirmiyor. hep savunurdum bugüne kadar bir de bu söyleme biçimini. karşı tarafta bir savunma gerçekleştirmiyor diyerek.. çünkü saldırı içermiyor diye. çok dipte bi yerde içeriyor aslında ve bunu neredeyse sinsi denilebilecek bi aralıkta yapıyor dip sesle konuşmak. karşıdaki anlamıyor ama içi seziyor onun da aslında. gerçekler acıtır ya. biz canımızı acıtmasın diye sızdırıyoruz içimizdeki acıyı. aslında öyle dip bir yerden acıtıyor ki estetize ederek sızdırıyoruz bu dille konuşunca.
insanın kalbi çarpıyorsa çarpıyordur arkadaş. arkasında aslanlar gibi durmak lazım o kalbin. "seviyorum işte var mı diyeceğin" diye bi şarkı vardı bir zamanlar. aynen öyle çarpıyor işte kalbim var mı diyeceğin diye gümbür gümbür söyleyebildiğimizde muhatap da "yok" diyebilir. bende karşılığı yok. ya da eyvallah ben de seviyorum bak benimki de çarpıyor etten çünkü benim kalbim damardan . orama burama bağlı kalbim. tek başına değil bak midem de sıkışıyor. göğsüm de daralıyor. nefesime bak farklı artık derinliği diyebilmeliyiz açıkca.... savunu verir gibi değil mahkemede...saldırı yapar gibi değil ... açık ve net.
"basit yaşayacaksın" demiş ya nazım. "ağzını musluğa dayayıp su içer gibi." susayınca su içtiğimiz kadar net. sevişmek istemek de.. sevmek istemek de.. sevilmek istemek de. birileri her neyse bu duygumuzu isterse boşa saysın. insan kendine karşı arkasında dursun da kim neye sayarsa saysın her şey açık olsun. kabul de red de. sünüp sünüp durmasın hayat.
yazı ve resim: aynur uluç