facebook twitter instagram youtube html5 sitemap Bizi Takip Edin

kadınlar ve günleri üzerinde kendimi sıfıra çekip düşünürken…

kadınlar ve günleri üzerinde kendimi sıfıra çekip düşünürken…

kadınlar ve günleri üzerinde kendimi sıfıra çekip düşünürken…

belli bir isim verilmiş günler sadece o günlerde mi önemlidir hayatımızda… akıp gidince zaman söz edilemez mi bir daha o gün gelene değin o günün içeriğinden. oysa özgürleşmekten söz edeceksek içi ezberlenmiş kavramlarımızdan başlamalıyız; zihnimizden. bizi tutsak kılan düşünme biçimlerimizden başlamalıyız. tam da şimdi; martın sonuna gelmişken ben 8 marttan söz edeceğim. ya da o gün içine girdiğimiz hâllerin bana düşündürdüklerinden mi demeliyim.

içinden alıntı yapacağım kitabı yazar arkadaşım mustafa sütlaş hediye etmişti bana geçtiğimiz yaz. hediye etti çünkü; “illâ okumalısın aynur bu kitabı” diyordu.”bugün kadıköy’de bir arkadaşımla buluşacaktım, biraz gecikince bir kitap aldım. onu beklerken elli yedi sayfalık kitabı okuyup bitirdim ve çarpıldım. bir şiir, bir senfoni gibiydi. okurken aklıma sen geldin. çünkü o kitapta anlatılan masalın bir uzun şiiri yazılmalı diye düşündüm. hatta operası yapılmalı. o şiir de librettosu olmalı. inanılmaz bir öykü. inanılmaz bir dil. metis yayınlarından 2004’te çıkmış. henry bauch yazmış. adı “diotime ve aslanlar”. bir kadın hikâyesi… bir aşk hikâyesi, bir erk hikâyesi… biraz senin “anarhy”ye benzettim. bizim “ses” mevzusu da var içinde çok az da olsa… ama mutlaka okumalısın” diyordu ve kitabı elimle koymuş gibi bulmam için kadıköy’deki kitap evinin önündeki sepetin yerine kadar ayrıntılı tarif veriyordu. ancak ben buna rağmen gözümün önünde duran kitabı nasıl olduysa bir türlü göremediğim için benim için gidip almak gerekliliğine dönüştü o kitapla tanışmam için olan isteği… öyle ki bianet sitesi için bir yazarla yaptığı bir söyleşinin ortasında da olsa gel al kitabını benden, demişti. gümüşlük’te yaşadığı için istanbul’da bulunacağı sayılı günde kitabı bana vereceği başka zamanı yoktu çünkü.

beyoğlu’ndaki o cafeye bir kutsal emanet almaya gider gibi koşarak gitmiş, merdivenleri koşarak çıkmış, süren ses kaydını bölmemek için sessiz sedasız kitabımı alıp sadece başımla teşekkür ederek usulca uzaklaşmıştım. kitap söylediği gibi kısacıktı ama belli ki konsantre bir merhem gibiydi. okudukça hayatlarımızda karşılığını bulan ayrıntılara oturan başka bir noktanın daha farkına varıyordum. yaşamın içindeki harekette ki daha sonra “hareketin çekirdeği boyunca topukları dökülmüş boşluğuma basarak uçmaya” çalışacaktım. uçma bilgisinin sırrının harekete tutunmak olduğunu anlayacaktım zamanla; sıcak akan kandaki harekete… ve birbirine derman olan kadınları anlayacaktım yaşamda. kolaydan “kadınlar günü” denilip geçilen günün magazine indirgenmesi noktasında karşı çıkmak için kendisini sıfıra toplayan bir bilinçle bakma gerekliliği nasıl gün gibi ortadaysa “emekçi kadınlar günü” diyerek de kadını sırf emeğe ve iş verimine indirgediğimizi de fark etmenin zamanı gelmedi mi, diye sorular soracaktım çareliliğime… kavramları yeniden icat edeceksek kuyunun en dibine vurmaktan da çekinmemek gerektiğini iliklerimde, kemiklerimde hissedecektim bir gün. bir gün olacaktı bu; olacaktı suyun kesintisiz akışı gibi…

bir şeyleri değiştirmenin sırf şerh koyan, karşı çıkan sloganlarla değil, yaşamın içindeki hâline ve kendine sahip çıkınca, haliyle emeğin de içinde olan, emeğine de gülüne de aynı oranda sahip çıkan kadınları anlayacaktım elbet böyle geniş bakınca… sadece yüzü ve sesi değil yüreği de güzel olduğu için çirkin görünmekten ürkmeyen sevgili arkadaşım nursel dinler’in bir tiyatro oyunu için içine girdiği yüzü eşlik etsin istedim yazıma görsel olarak… bu fotoğraf biraz sonra alıntılayacağım yazıda geçecek olan aslandaki gibi gerektiğinde hırçın, gerektiğinde emeğine ve tenindeki güle sahip çıkması gereken bilge kadınların aslında gözlerinde bir kelebek taşıdığını güzel imlediği için eşlik etsin istedim. şimdi sözü fazlaca uzatmadan sevgili mustafa sütlaş’ın hediyesi “diotime ve aslanlar” kitabımdan sizin için seçtiğim bölüm:

“zihnimi yoklayıp da iyice gerilere gittiğimde, büyükbabam kambyses’in bileğinde şahini, peşinde silahlı hizmetkârları, dörtnala bize gelişi canlanıyor daima gözümün önünde. annemi büyük bir saygıyla selamlıyor, sanki evindeymişcesine her şeyi teftiş ediyor ve atların çıkardığı muazzam gürültüde bir toz bulutunda kaybolup uzaklaşıyor. onca hayran olduğum, hint okyanusu’nda bir filoya kumanda etmiş ve savaşlar kazanmış olan babam, onun mevcudiyeti karşısında bazen afallamış ve adeta ürkmüş görünürdü. herkes kambyses’ten çok çekinirdi, bense, herhalde annesine benzediğimden, ondan hiçbir zaman korkmadım.

bir sabah, genç bir hizmetçi kızla yalnızdım. kambyses çıkageldi. inmeye tenezzül etmediği, ter içinde kalmış atının üstünde ışıldayarak, sert bakışlarla bizi süzüyordu. küçücüktüm, gözlerim kamaşmıştı, ona doğru koşup, “ata bineyim, seninle beraber ata bineyim!” dedim. kendime güvenim bu vahşi adamı güldürdü, duygulandırdı belki de. beni ensemden tuttuğu gibi eyerinin üstüne, önüne oturttu. muhafızlarıyla çevrili olarak, dörtnala yola çıktık; onun gözünde çıktığı onca avdan biri olan bu av, benim gözümde hayatın sarhoşluğu, icadıydı. yakıcı havada ve atların kokusunda hız sevincini o zaman keşfettim. sonraları, buna benzer bir zevki açık denizde, fırtınalı havada, arses teknenin dümenindeyken yaşadım bir tek.

kambyses bütün gün beni yanında tuttu, ana-babamın evine getirdiğinde kollarında uyuyakalmıştım. beni kyros’a uzattığında şöyle dedi: “kızın iyi bir süvari olacak, ona at binmeyi ve avlanmayı bizzat öğreteceğim.” sözünü tuttu, sık sık bize uğrayıp aldı beni, sonraları neredeyse her gün. çok geçmeden bana güzel bir tay verdi ve sayısız tutkuları içinde en güçlüsü olan şahincilik sanatının sırrını bana öğretmeye koyuldu.

ailem onun bana olan sevgisinden ve benim çevresindeki herkeste saygı ve çoğu zaman dehşet uyandıran bu adama karşı gösterdiğim hayli sevecen pervasızlıktan dolayı hem şaşkın hem de mutluydu. kambyses benimle çok fazla konuşmuyordu ama, avlarımız veya dörtnala koşularımız sırasında karşıma herhangi bir engel çıkarsa onu daima yanımda buluyordum. meseleyi kendi başıma halledersem, neşeli ve hoşnut bir tebessümle bakıyordu bana. bu tebessüm uğruna korkularımı yenmeye ve bütün tehlikelere meydan okumaya hazırdım.

böylece çocukluğumu ve ilk gençliğimi iki ayrı hayat yaşayarak geçirdim. biri, ablam gibi dans, şiir, müzik öğrenirken, annemizin bizi ev işlerine alıştırdığı sessiz sakin ve ahenkli bir hayat. buna koşut olarak ve neredeyse ailemden habersiz, sırf bedensel faaliyetlerden, çalılıklarda, ormanda ve kumların üstünde at koşturmaktan, dağlı kabilelerin yanında geçirilen günlerden oluşan başka bir yaşam sürüyordum; büyükbabamın bana duyduğu sevgiyle ava ve güce olan dizginsiz tutkusu beni bunlara sürüklüyordu. biraz daha büyüdüğümde, kambyses, annemin itirazına rağmen, büyük yırtıcı hayvanların karşısına korkusuzca çıktığı çölün sınırlarında avlanmaya götürdü beni. böyle zamanlarda kyros, beni hayrete düşürerek, sık sık bize eşlik ediyordu. iki erkek arkalarında, uzakta durmaya zorluyorlardı beni, ama bazen, ortak tutkularının ateşine kapılıp beni unutuyorlardı, böylece dövüşmekte oldukları aslanlara gizlice yaklaşabiliyordum; aslanlar beni de onlar kadar büyülüyordu.

kambyses, anne tarafından bir pers soyuna mensuptu ve bu soyun en eski ataları aslanlardı. aslan tanrılar belki de, zira onlarda kendini görüyor, kendini buluyordu. aslanlarla olan bu kan bağını bütün klanımıza yaymıştı. annemle ablamın tiksindiği bu kültü anlaşılmaz bir biçimde babamla bana aktarmıştı. aslanlarla mücadele yılın sadece bir bölümünde sürüyordu ve aynı anda sadece tek bir yırtıcı hayvana saldırılabilirdi. yılda bir defa onlarla bizim aramızda iki gün ve bir gece süren, ayin halini almış bir savaş meydana gelirdi. yılın en büyük bayramıydı bu, daima pek çok kişi ölür ve sayısız kişi yaralanırdı, ama klanın ve komşu kabilelerin avcıları için kambyses tarafından bu bayrama kabul edilmekten daha büyük şeref yoktu. büyürken, bu bayrama katılmak için giderek artan bir arzu duyuyordum, bundan anneme söz ettim, vazgeçmem için yalvardı, genç bir kızın yerinin orası olmadığını ve geleneğin buna izin vermediğini söyledi. bense aksine, klanımızın kökeninde, erkek aslanlar kadar korkunç, onlar kadar güçlü dişi aslan tanrıçalar olduğunu düşünüyordum. muhakkak onlardan birinin soyundan geliyordum; hem, aşikâr nedenlerden, savaşımızda dişi aslanları ve yavrularını öldürmek yasak edilmişse de, dişiler dövüşte korkutucu bir rol oynuyorlar ve bizimkilerin ölmesine ve yaralanmasına en az erkek aslanlar kadar sebebiyet veriyorlardı.

bu arzudan vazgeçemezdim. babam kyros’la konuştum, hemen anladı beni. bu arzuda dile gelen ne akıldır ne de kalp, kandır dedi. kan ise harekettir, bizzat hayatın hareketi, o da ancak ölümde durur. o sıralar söylediklerini anlayacak yaşta değildim ama, kambyses’ten aslanlar savaşına katılmak için icazet istememe izin verdiğinde, büyükbabama koştum. zaten klanın en iyi şahincisi olduğumdan, avda en iyi avcılarımızla rekabet de edebildiğimi söyledim ona. halbuki henüz ne bir aslanla dövüşmüş ne de bir aslan öldürmüştüm ve onunla babamın yaptığı gibi kanımdan olan varlıklarla karşı karşıya gelmenin zamanı gelmişti artık. onlarla yapılan bu dövüş ayinine katılmadıkça, huzur bulmayacak ve mutlu olamayacaktım.

beni dinlerken yüzünde haz dolu bir tebessümün belirdiğini gördüm ve kazandığımı anladım. bana şunları söyledi: “bu yıl bizimle geleceksin, sana yeni bir kısrak vereceğim. çok güzel bir kısraktır, onu eğitmek gerekecek.”

“annem bunun klanın geleneğine aykırı olduğunu söylüyor,” deyince, “yeni bir gelenek yaratacağız, sen de bu geleneğin öncüsü olacaksın,” dedi.”*

“diotime ve aslanlar”
*henry bauch
57 sayfa-2004
metis yayınları