ilişki terapisti değilim ama kendi terapistim olmaya niyetim var
hiç düşündünüz mü “seni seviyorum” demekle “seviyorum seni” demek arasında çok acaip büyük bir fark var. seni seviyorum’da özne sensindir; yani sevilen. seviyorum seni’de ise özne bendir. sevebilmek kapasitesi bende, demektir bu cümlenin içerdiği anlam. bir tek şeyi ya da kişiyi sevip başka şeyleri sevmiyorsak sevmekten söz edemeyiz o tutkudur, bağımlılıktır. esir eder seveni de, sevileni de.
yıllar yıllar önce bir arkadaşım işaret ve işaretçilerden söz etmişti. ihtiyacın olan şey aniden karşına çıkar, demişti de ben bunu belki bir otobüsün üstünde, belki bir camda ya da kitapta vb karşıma çıkıveren yol gösterici bir cümle gibilerden anlamıştım, o zamanki bilgimle... ki bu da doğru. bunu da kapsıyor bence işaretçi mantığı… ancak çok daha derini varmış ki hayat öğretti. canımızı acıtması zorunlu olan hâller varmış ki çocukluğumuzdan bu yana içimizde düğüm olmuş tıkanıklıkları çözebilelim. işte o tıkanıklığı kaşıyacak insanlara ihtiyacımız varmış içsel olarak. ki o örgü kurulsun… çocukluğumuzdakine benzer bir senaryo oluşabilsin ki o duygu tetiklensin. tanısın beynimizdeki fiksleşmiş nöronlar ve aynı çukura yeniden düşsün, düşürsün bizi... o yüzdenmiş o yarayı kaşıyacak, dürtecek, acıtacak insanlara bunca ihtiyaç duyuşumuz. onları gidip gidip buluşumuz. o insanları ve canımızı acıtan olayları da neredeyse yaşamamız ve deneyimlememizi kaçınılmaz zorunlu bir form olarak algılarsak ihtiyacımız olan şeyi bize yaşattıkları için yaşadıklarımıza minnettar bile olabiliriz işin sonunda. insan sosyal bir varlık; ancak kendisini diğerinin aynasında görünce kendisiyle gerçekten tanışıyor. sıklıkla dile getirdiğim “çukurlarımıza düşmekten korkmayalım” deyişim de tam buraya tekabül ediyor işte. çünkü o çukurlar sizde varlar zaten. düşmediğiniz olmadığı anlamına gelmiyor. hazırlıksız düşeceksiniz zaten, bilerek düşün ve çıkın… düştüğünüzde ne yapacağınızı bilir olun çabucak. beş ayda uyanamadığınız şeye beş dakikada uyanıp geçer olun demek için… çünkü ancak oraya düşüp de çıkabilirseniz yaralar nefes alıyor. ama o çukurdan bihakkın çıkabilirseniz ve o çukurun yasını tutmayı becerebilirseniz, anladım ben bunu deyip geçmeden… siz o çukurda cebelleşirken kalbini kırdığınız ve uzaklaştırdığınız insanların da yasını zamana yayarak tutabilirseniz. yasın da üstünü örtmeden… hatta belki onların da yasının bir parçası olarak… çünkü aslında tek kanayan siz değilsiniz. onun içindeki de onun kendi yarası. bunu bilince neden kucaklanmasın, neden sevmesin insan canının yanmasına vesile olanı bile… çukurda olduğunuzu görmemek için sürekli kendinizi bir şeylerle oyalamıyorsanız, düştüğünüzde karşınızdakine kızmak yerine o kıymetli yerde olduğunuzu anlayacaksınız. ve baştan bileceksiniz ki karşılaştığınız insanın da gizli çukurları var. baş edemeyeceğini gözü kesmediği için üstünü şimdiye dek örttüğü… siz de onun karşısına boş yere çıkmadınız. siz de onun çukurunu yani yarasını kaşıyorsunuz demek ki bir şeyler yaparak ya da beklediği bir şeyleri yapmayarak tam tersi... demek ki o yüzden karşılaştınız o köprünün üstünde tam da… ya birbirinize katacağınız ya da birbirinizden alacağınız illa bi şeyler var ki tanıdı içiniz birbirinizi. geçip gidivermek yerine kaldınız diğerinde. en güzeli karşılıklı yaraları yalamaktır hayvanlar gibi. ne nalıncı keseri gibi kendinize yontmakta, ne de insanın kendini es geçmesinde çözüm… ne yaşanıyorsa gerçeklik odur. ve herkes kendi gerçekliğini yaşıyordur sadece. aynı olayda iki kişi aynı şeyi yaşamaz… hayat anlar toplamıdır. her an, yeni bir ihtimali bünyesinde taşır. yolun o anki sürecine uygun yeni bir ihtimal her an belirir. ve her birimiz için ayrı belirir. kişisel hikâyemiz yolun neresindeyse tam da ordan belirir. bütün algılar o yüzden subjektiftir. hele ki bizim gibi yaralı ülkelerde ne çok belirir. bu topraklar çok yaralıdır çünkü; eskiden beri yaralı…. yeniden yana yaralı.., çok yaralayıcı olay biriktirmiştir bünyesinde. çok fazla yaralayıcı bakış ve davranış açısı ile dolu her yan. uzun yıllara yayılmış tortular var hepimizin içinde. bedenimizin, ruhumuzun orasında burasında bizi kitleyen çok fazla blokaj yaratmışız ya da yaratılmış dokumuzu oluşturan mayada. atalarımızın da, komşularımızın da, karşımıza çıkan tüm zorlayan insanların da çok yaraları var. yani işaretçilerimiz de yaralı. ve bedenimiz bunların hepsini içersinde taşıyor; şifa nüvelerini taşıdığı gibi tıpkı. ruhumuz bu nüveleri tam içinde taşıyor; şifa nüvelerini taşıdığı gibi tıpkı. bedenin yaptığı şey, bize rehberlik etsin diye sadece ruhu ele vermek… bunu bilmek ama taa içinden bilmek kucaklayan bir şefkat doğurabilir. ve o büyük şefkat iyileştirebilir ancak bizi. hem kendimize, hem işaretçimize yöneltilmiş böyle samimi bir içtenlikle dolu, böyle kocaman bir şefkat... olabildiğince çabuk gelişen… yaraları öptükçe daha hızlı gelişen bir şefkat… bunun için öncelikle tüm doğaya yöneltilen derin bir şefkat. insanı da doğanın efendisi olarak değil, bir parçası olarak sevebilen bir şefkat... böceğin de, balığın da, bitkinin de bir yeri koparıldığında canının acıdığını bilen… bize işaret eden işaretçimizin de canının acıdığını bilen bir şefkat o esnada. seviyorum seni, seni de, seni de, seni de, diyebilen bir derin hissedişle mümkün ancak bu kucaklayıcılık en derin yerde… sevgi pıtırcığı gibi gezmek değil söylediğim şey; herkeslere sevgi dağıta dağıta gezmek de değil peygamber gibi... doğanın kendi işleyiş mekanizmasını sezmek ve onu sevmek… bunun için de öncelikle ben de bu eşsiz doğanın bir parçasıyım diyen bir bilgelik gerekir… öyleyse ne yaşıyorsam doğaya ve onun bir parçası olan insana dairdir diyen bir barışma şekli... ve karşımdakiler, sağım, solumdakiler onlar da ne yaşıyorsa bu birikim onu böyle yaptı diyen... içindeki tortularda onun da suçu yok diyen. doğru bir davranışla her şeyim güzele varabileceğini bilen bir sezme ve sevme şekli… doğanın kendi iç ritminde diyalektiğe uygun davranacağını bilmek... yolculuğumuzun kimseleri değiştirmek değil ancak kendimizdekine sahip çıkarak olacağını bilen bir bilme şekli... ama diğerine ayna olmanın gereğini de esirgemeden… öyleymiş gibi yapmadan yani. olanı olduğu gibi kabul edip olduğu yerden yaşamak… ve yansıtmak... acı verecekse bu onun acısı ki çekecek diyerek elinden almamak o acıyı. yaşaması için şans vermek. saygı duymak... yapamaz dayanamaz, diyerek onun yerine karar vermemek... işteee yol geldi yine dayandı kendi çukurlarımıza. kendimiz için olduğu kadar sevdiklerimiz ve bizi sevenler içinde yapmak zorundayız sanki bunu… peki nerden başlıycaz… çukurlarla dolu bu yolda isteyerek yol kat edecek olmaya içtenlikli bir niyet gerekir önce. ilk adım kesinlikle niyettir diyemem çünkü niyeti sağlayacak olan şey farkındalık bilinci… bu işte bir sorun var demek. ve sorunu görmek, sorunu tespit edebilecek kadar bilgi… bilgiyi görünce kader gibi çekmekten vazgeçip çözme isteği… işte o noktada tüm bunları görünce uğraşmak gerekeceği kesin… buna çalışmak için niyet. niyet etmeyi kolaylaştıracak ve ilerleyen yolda sağlamlaştıracak şeyse bizi motive edecek olan heves... hevese motive edecek olan şeyse içimdeki tortularımı temizleyebildiğimde her şey acaba nasıl güzel olacak diye kıpırdanan o tatlı merak… o yüzden şimdilik kocaman ve sancılı yolu düşünüp ürkmek yerine sadece o ilk adıma yoğunlaşalım ister misiniz. niyeti başa koyacaksak da öncelikle olanı bitenin derinindeki asıl katmanı fark etmeye niyet edelim, ne olacak diye meraklanmaya ve heveslenmeye niyet edelim. ki bunların hepsi aslında içiçedir. yol boyunca hepsi bir diğerini kendiliğinden doğurur tekrar ve tekrar. koca bir yazı yazdım ama yazıda ben de bir yolculuk yaptım yazarken, yazarken; belki de en önemli cümleyi sarf etmediğimi fark ettim şu an: insan kendi acısını görmeyi ve iyileştirme sorumluluğunu almayı akıl edemezse başkasının acısını bikakkın görmüyor ve hissedemiyor. bu yolculuğu yapmayı göze almadan ne mutlu edebiliyor, ne de mutlu olabiliyor.
resim ve metin: aynur uluç
21 08 2019