hiç bir duygu tek başına değildir
mustafa sedat ile birlikte yazdığımız kitaplardan bir bölüm paylaşmak istiyorum bugün. biraz ciddi bir bölüm seçtim sanırım paylaşmak için. gerçi biz neyi konuşsak ciddiyetle ele aldık hep; aşkı da konuşsak yaraları da. seksi de konuşsak dokunmayı da. bu bölümde olsa olsa ucundan değindiğimiz sanat, dil, etkileşim, iletişim ve gelişim konuları bence hepimizi ilgilendiriyor... konuşmanın geçtiği tarih, toplantılar ve etkinlikler yapılan zamanlardanmış. son üç aydır yapmadığımız şeyler. tarihi anımsamıyorum ama bir yıl önce filan olmalı bu yazışmalar:
Aynur:
hadi bakalım, bilinç altına gidiyoruz; kim ne görüyor?, diyerek bir çizimimi paylaştım geçenlerde. birbirinden hayli farklı yorumlar geldi. finalde şöyle yazdım ben de: "aynı resimde bir kişinin hüzün, bir başka kişinin huzur görmesi anlaşılabilir şeyler. hepimiz verilen sembolle kendi bilinçaltımıza gidiyoruz, ama bir boyutu daha var sanki işin: şöyle mi okumalı acaba; hiç bir duygu tek başına değildir. sorumu biraz farklılaştırayım bakalım bu noktada hangi iki, üç ya da kaç edecekse duygular, hangileri sizce bir arada burada?" dedim.
ben aynı duyguda birden çok katmanın aynı anda olabildiğini tabii ki şu anda keşfetmedim. ama sanırım şimdilerde iyice somutlandı zihnimde. duymak ayrı şeydir, kendin bularak onu dile getirmek ayrı bir somutlama yaratıyor insanda. daha önce konuşmuştuk aslında bu bahsi senle. o örnekte üzerinde konuştuğumuz şey, bir fotoğraftı ve bir yorumcu paylaşımdaki bakışta illâ tek bir şey görmeye çalıştığı için ortaya çıkanı bir türlü çözemiyordu ve sen buna kızmıştın hatta. bu tasnifli bakışla elbette kafası karışır gibilerden.))))
e bir zaman üzerinde konuşup çözdüğümüz bir şeyin şimdi bu somutlaması da ne diyebilirsin haklı olarak bana.. şunu yapmış oluyorum aslında. çizdiğim herhangi bir resmi anlamaya katılanlarla birlikte sürece ben de dahil olurken onları içsellikleri ile dahil ettiğim için büyük bir bütün yaratmış oluyorum. kendimi de kapsayan ama yorumlayan konumunda oluyorum ben de kendi yaptığıma bakarken. düşünsene yeni katılacaklar için bile bu böyledir. öncesinde kendilerinin bilfiil orada bulunmamış olmaları dahi fark etmez. farklı insanların o noktaya bir arada gelmiş olmaları, rahatlıkla konuşuyor olmaları duygusu yeni gelen için de rahatlatıcıdır ve katıldığın anda dahil edici… bu noktayı çok önemsiyorum sedat.
düşünsene bir yerlerde bir şeyleri konuşuyoruz, yazıyoruz sürekli. yazı demek dil demek. ve tüm bu alanlarda kullanılan dil çok ama çok önemli. içinden bir yerden dahil edemediğimiz bir şeyde kimseyi o olaya katamayız. sürekli dinlemede olan kişinin içi seyirci rolünde kalır. hele de birisi öğretiyor da, birisi öğrenme rolünde kalıyorsa farkına bile varmadan pasif olarak öğrenmekte olanın içinin uykuya kaçması kaçınılmaz. hatta dinlemeyi istiyor bile olsa böyle olur bu. sabit hâlimiz ne ise onu sürdürme meylimiz vardır. hareketse hareketi, durağanlıksa durağanlığı. önceki kitapların birinde bunu konuşmuştuk, anımsıyorum “eylemsizlik prensibi” mi diyorlardı buna. diyeceğim o ki, yazıyla ve iletişimle ilgili ürün veren yapılar, dergiler, şairler, yazarlar dile ve dilin etkileme mekanizmasına dair de mutlaka konuşmalılar sıklıkla. ve tabii ki sanatla uğraşan yapıların tümü... dilin teorisine dair elbette, ama illâ ki pratiğine.
hangi dil nasıl etki eder. duyarlığa davet edip sorumluluk yükleyen bir dilin içimizde bir yerleri sıktığı, bizi (toplumdaki bireyleri anlamında bizi ) harekete geçirmede yetersiz ve ivmesiz ve özünde cansız bıraktığı açık... durumdan açık, sonuçtan açık, gelinen noktadan açık. ülke olarak demiyorum sadece. sınırları çizili her düşünce bizi o noktada bırakır. ülkelerin sınırına takılırız da, o ülkelerin kültürel sınırlarında düşünmeye takılmayız hiç.
ne çok konu bu böyle değil mi içiçe. açtık kesenin ağzını bir kere sorular peşpeşe gelirler artık))) şimdilik ez cümle olarak şöyle söyleyim; bireyi ve birey biyolojisini anlamadan kuracağımız her dil eksik kalacak. hem de öyle böyle değil. bırakıcaz bu eski terminolojileri. yok ataerkil toplum, yok feodal yapı deyip durmıycaz. en eski içimizde yeşermek için bekleyen yeni sözcüklere kulak kesilcez. duyucaz bir seslerini. şimdiye kadar yaptıklarımızla bildiğimiz tüm yolları denedik olmadı. .böyle oldu işte sonuç insanlık tarihinde. peki başka bir düzlemde ne olabilirdi uzay geometrisi ile baksak. kalbimi çarptırıyor işte bu merak.
iyi ki varsın. iyi ki çıktın karşıma. bunun konumuzla ne alâkası mı var. )) hem nasıllll, hem nasıl var sedat.
***
Sedat:
Ben de senin için aynı şeyi düşünüyorum. İyi ki. Diğer taraftan, dil bahsi çok önemli dediğin gibi. Kendini anlatıyorsun da bu karşındakine geçmiyorsa, veya kendini değil de karşındakine onun farkına varamadığı bir yönü göstermeye çalışıyorsun da bu onu fark etmek yerine mesela yeni korkulara sevk ediyorsa, anlattıklarını ona taşıyacak kelimeleri veya açıyı veya yorumu, yoğunluğu, kıvamı tutturamıyorsun demektir. Bütün bunların tamamı iletişim ama bu da dil ile oluyor.
Ben, uzun zamandır iç yazışmalarımızda yazıyorum bu sorunu arkadaşlara. 60'ların dili ile kimseye ulaşamayız, diye. Yenilememiz gerekir. Dahası bu yenilenmeyi dil ile olduğu kadar kavramları yeniden tanımlayarak da desteklemek gerekli diye. İşçi sınıfı diye tutturmuşuz, bu doğru, var böyle bir sınıf, ancak bunu akademik tartışmalarımızda kendi iç değerlendirmelerimizde kullandığımızda anlaşılır iken insanlara hitap eden yazı ve konuşmalarda onun gerçekliğine dokunmamıza engel olan bir eşiğe dönüşüyor ve aşamıyoruz çünkü adam/kadın kendini o işçi sınıfı içinde görmüyor ve o olmak istemiyor, kendisini emekçi görmüyor. Bu sadece bizim dilimizle ilgili değil, onun kendisine yabancılaşması ile de ilgili. Bu iki sıkıntıyı birden aşacak bir dil yaratmak lâzım.
Aynur:
bunu görmek ve öncelikle tespitleri netleştirmek, genişletmek sonra da çözüm yollarına yoğunlaşmak gerek, bu da dil ile olacak, bunu anlatmak için kurulacak dil ile de. bunları konuşup anlayacak, anladığımızı bir yerlerde anlatacak insanlar da bizleriz. anlamayan insanlar da. insanlığın bugünkü sürecinin kendisine değen payın ürünü olan bizler. hem sorunu görecek olan, hem de gördük diye sorunun sadece bizim olmadığını da bilmesi gereken bizler.. çünkü üstenci bir sorumluluk duygusu da sorunlu bir durum yaratır ve yaşatır.
pazar günü bir söyleşiye katıldım. orada da buna benzer konular konuşuldu. bu konu biz mi gençlerden ilerdeyiz, onlar mı bizden ve diğerlerinden daha ilerde diyerek de olmayacak, gerideyiz diyerek de. gençleri özellikle ayırdım çünkü onlar devam mı, edecek yeniyi mi kuracak, yeniyi kuracaklarsa bunu bizlere rağmen nasıl yapacaklar konusu sıkça tartışılır. yeniyi oluşturma işi sadece gençlerin boynuna vazifeymiş gibi...ancak bir gerçek var ki gençlerin yeni bir dinamizm yaratması daha mümkün görülüyor. ülkeden örnek vermek gerekirse, gezi süreci bunun pratikteki hâlinin deneyimlenme süreciydi. oğlum devin çınar bir soru sordu bana geçen gün: insanlar elli atmış yaşına geldiklerinde şimdiye dek yaşayıp öğrendikleri ziyan olmasın diye mi alçak gönüllü olamıyorlar anne, dedi. bir an sorunun muhteşemliğinden başım döndü. yüzümdeki hayran ifadeyi görünce güldü. biraz bekleyelim dedi cümlenin etkisi geçsin sende))) işte bu sözünü ettiğim aralığın da örneği. o andaki biyolojiyi dikkate almak. bedenimdeki reaksiyonlar yokmuş gibi konuşmayı sürdürmemek.. sadece akıldan ibaret olmadığımızı bilmek, aklın da bu bünyenin bir parçası olduğunu bilmek sadece.
konuyu dağıtmayım. ne diyordum, öğrendiklerimiz bize ayak bağı mı oluyor yeniyi öğrenmeye geçmekte... bunu söyledi işte oğlum birden. öğrenebilmek için alçak gönüllü olabilmek gerekir, diye devam etti. çocuklarına sıklıkla "kendini sıfıra topla", diyen annem geldi aklıma. tam aynı anda hâlden hâle geçen hâlimi fark eden oğlum uzandı elimi tuttu. "anne sen bunu başarıyorsun, buna çabalıyorsun, görüyorum ben bunu." dedi ve sarıldı. içimi bi görsen sedat o anda, sanki bedenimde anane torun da bizimle aynı anda kucaklaştılar gibi yaşadım ben bu sarılmayı. o kadar güzel bir hediye andı ki anlatamam. hiç bir şey söylemediğim hâlde kendimle oluşacak bir hesaplaşmanın yanıtını ben leb demeden elime veren oğlum ve ben... gecenin dördünde karanlık bir odada halıya oturmuş bunları çözmeye çalışan iki beyin. çok özel bir andı neresinden baksan. şimdi gençler diye ayırırken bundan dolayı ayırdım işte. yaşadıkları yani vazgeçebilecekleri süreleri az bizlere göre. yaşadıklarımız ziyan olur korkusu da konuya ve dolayısıyla dile dahil. bugüne kadar yaşadıklarımız ziyan olmasın diye bundan sonra yaşayacaklarımızı engellemenin ironisi... ve elbette biz yazıdan, şiirden, dergiden, sanattan açtık konuyu ancak varılacak yer günlük yaşam içerisindeki yeri olmalı. bunun günlük yaşamda ne önemli olduğunu fark etmek asıl. hayat önce kendinde kuruluyor, oradaki ilişkilerde oluşuyor yaralar, travmalar, engeller, görünmez ama aşılmaz duvarlar hep oradaki alanda oluşuyor; sonra onu işleyen sanat ürünlerinde.
Sedat:
Bunları da yazmak lazım. Pazar günü iki toplantım vardı. Genel toplamda iyi geçti ama özüne baktığında içler acısıydı. İlişkilerin kuruluş felsefesi çürümenin birebir yansıdığı en net alanlardan. Hem bireysel hem kurumsal düzeyde böyle bu. Ve, hepsinin özünde ya bilinçli olarak bunun böyle yerleşik hale gelmesi ve sürekliliğini koruyabilmesi için özellikle bu düzeyden kurulduğunu görüyorsun ya da hemen arka yüzünde zaten bu yerleşikliğin hiç sorgulanmıyor olmasından doğan iletişimsizlik, üretememek, insanlara değememek, dokunamamak ve herkesin yalnızlaşması sonuç olarak. Dil, yaşatır da öldürür de. Nasıl kullandığına bağlı. Ama dışardan bir iradenin (mümkün olsa daha çoğunun) ama en azından farkında olanların buraya neşter vurması şart. Bugün olmasa yarın konserve açacağı gibi bir işlev görür. Bunların bu yüzden yazılması, aktarılması, en azından tartışmaya açılması ve daha çok insanın bu konuları düşünmeye çekilmesi lazım.
Aynur:
benim buraya alma sebebimde de bu düşünce etken oldu; kitap metnine de girmiş olması yani. ama bu konunun daha parekende şekilde ve farklı mecralarda da dile gelmesi ve dikkat çektirilmesi gerekiyor bence de.
Sedat:
Haklısın. Hatta üstüne başlı başına ayrı bir kitap.
Aynur :
kabul... zevkle ve heyecanla.