facebook twitter instagram youtube html5 sitemap Bizi Takip Edin

hazla seyretmenin korkunç cazibesi

hazla seyretmenin korkunç cazibesihazla seyretmenin korkunç cazibesi

değişmek dönüşmek. tek taraflı değil elbette, karşılıklı olarak birbirini dönüştürmek… ama birbirinin kaygısını, korkusunu, öğretisini, en kötüsü de öğrenilmiş çaresizliğini aynen almadan. içindeki cevheri işlemesi için göz kırpacak kadar ince dokunuşlar…

rollo may’in “yaratma cesareti” isimli kitabını okumuştum yıllar önce, şimdi tekrar bakıyorum bu günlerde. eğer kendimizi gerçekleştirmeye doğru ilerleyeceksek kişinin sadece kendisi olmasıyla değil, diğer benliklere katılımıyla da gelişeceğinin farkında olmanın önemli olduğunu anlatan cümlelerin altını çizmişim, ama belli ki uzun vadede aklımda kalmamış. şimdi okuyunca ilk kez okuyor gibi yeniden ilgimi çekti. düşündüm de; “belkim bir kertenkeleydim” isimli şiirinde can yücel “bin dereden bir kendini getirmek” derken kıymetli bir şey söylüyordu, ama gelişmek biraz da etkileşime girmek demek. kendi olmak için başka kendiler de lâzım. insan bin dereden bir kendini getirmişse kimseye değmemiş dokunmamıştır. bin dereden sırf kendini geçirmiş kişi kimse ile yola düşmemiştir. kişi kendinden geçmeden, suya katılmadan getirdiği kendi midir. kendiyle yola çıkıp sadece kendini getiren acep bin dereden geçmiş midir. çünkü kişi bin dereden suya sabuna dokunmadan geçemez… bu düşünceler beynimin içinde cirit atıyor… cümlenin bu yanı eksik kalıyor sanki orada kesilince dizede… kendini değişime karşı korumak manâsını da taşıyor bünyesinde, üstelik bence hiç de onu demek istemediği hâlde şair. diğeriyle birlikte harmanlanmak için kendine izin vermek… değişmek dönüşmek. tek taraflı değil elbette, karşılıklı olarak birbirini dönüştürmek… ama birbirinin kaygısını, korkusunu, öğretisini, en kötüsü de öğrenilmiş çaresizliğini aynen almadan. içindeki cevheri işlemesi için göz kırpacak kadar ince dokunuşlar… unuttuğu beden hafızasını yeniden hatırlatacak kadar naif… ne müthiş bir ince ayar var burda…

kitabın ilerleyen sayfalarında başka bir bölüm var. o bölümde “tamamıyla inanmak ve şüpheleri olmak birbiriyle çelişkili şeyler değildir.” diyor. “doğruya daha büyük bir saygı beslemek, doğrunun verili bir anda söylenen ya da yapılandan her zaman daha öteye gittiğinin farkında olmaktır. doğru, sonu gelmez bir süreçtir.” diye de eklemiş. paragraf şu alıntıyla bitiyor: “eğer bir şey öğrenebileceksem en büyük düşmanımla konuşmak için 20 mil yürürüm.” (leibniz)

tekrar can yücel’in şiirindeki dizeye dönersem; belki şöyle dese, iletisinin ulaşması açısından sanki daha mı net olacaktı, bin dereden bir kendini getirmek ama her seferinde “yeni kendi”ni getirmek. çünkü o “yeni” sözcüğü içinde iletişime geçtiğimiz farklı kişilerin ve olayların sindirilmesi, özümsenen taraflarının kendimizce dönüştüğü ve kendini bulduğu durumu içerir bünyesinde. ama yok; sözün burasında da bir tuzak var… hiç de bize uymadığı halde giyindiğimiz kabanlar var; sonra kendimize varmak için tek tek çıkarmaya çalışacağımız… buradan bakınca da doğru, belki o yeni ama en eski kendimizdir… bir tuhaflık var yine de sanki… içime oturmayan eksik bir tanım. sözlerle anlatmak ve anlayıp tasniflemekle olacak gibi bir durum değil sanki bu. çünkü sözlerin parantezi de bir yere kadardır. ahmet hamdi tanpınar der ya bir şiirinde; “biz evvelâ kelimeleri öğreniriz/ sonra yaşadıkça teker teker manâlarını”

konunun kapsamını biraz açıp ama ana eksenden de çok uzaklaşmadan çok eskiden yazdığım şu şiire getirirsem sözü buradan da; “giden bir trenin camında şekillenen yansıman, aslında sevdiğin olabilir mi…/görmeyi en çok istediği görüntüyü seyrederken gözlerin, insan sevdiğine bundan daha yakın olabilir mi…”yani iç yolculuğu kendi gölgende sevgiliyi bulma noktasına getirip bir de oradan bakarak sağlamasını yaparsak diye düşünürken lacivert öykü ve şiir dergisinin 49. sayısında okuduğum bir dosya vardı; o dosyadaki bir yazıyla bağlantı kurdum birden. “edebiyatta cinselliğin sınırları”nı işlemişlerdi. o yazıda oya şakı aydın, ursula k. leguin’in “atuan mezarları” kitabını incelemiş, ki zaten o kitapta le guin cinselliği dip tema olarak işlemişti.

şimdi o yazıdan bir alıntıya geçiyorum: “gözetleme ve ötekini seyretmenin zevki özellikle sinamasal anlamda da başat bir unsurdur. zira laura mulvey de görsel hazzı çözümlediği makalesinde, görmenin yapılarını ve bakmanın zevklerini sinema üzerinden araştırır. görsel hazzın merkezinde kadın imajının yer aldığını tespit eder. freud’un bazı kavramlarından yola çıkarak başka bir kişiye nesne olarak bakmanın erotikliğini anlatır. sinemadaki mutlak karanlık ve ışığın yansıması da izleyicinin bastırılmış isteklerinin bir tezahürüdür. ( mulvey s 6-8 ) ışık ve karanlık karşıtlığı atuan mezarları’nda da sıkça kullanılır. ötekinin gözetlenmesi tenar’ın benliğini keşfetmesinde, önemli bir vasıta olur. mulvey’in eril nazar ( male gaze) olarak tanımladığı bakış, sanki le guin tarafından tersyüz edilmiştir. tenar, dişil nazarıyla ged’i -yabancı, büyücü ve erkek- gözetler. o’nu gözetlemekten duyduğu haz neredeyse, erotik bir etkiye sahiptir. ve bu gözetleme onun bir kadına dönüşmesini sağlar.”

evet, beni etkileyen ve kafamda dönüp duran konuları birbirine bağladığım paragraf burasıydı. diğerini bünyesine katarak kendi cinselliğini ve kimliğini keşfedişi… arha “yutulmuş” anlamını taşıyordu, kitabın başında çocukken ailesinden alınmış ve karanlık güçlerin hizmetine verilmişti ve tenar olan adı ondan geri alınmış ve arha yapılmıştı. yine yazıdan devam edeyim; yazının daha önceki bir bölümünden bu kez…

“o güne dek sıkıntı olarak hissettiği şüpheler, ged’in gelişiyle bir dönüşüm sancısına evrilir. arha olarak bu karanlıkta kalıp isimsizlere mi hizmet etmelidir? tenar olup ışığı mı takip etmelidir? tüm sancısına rağmen arha’yı öldürüp tenar’ın doğuşunu ve özgürlüğü mü seçmeli? yoksa mezarların tek rahibesi olan arha, bu yabancı büyücüyü öldürüp, kendi karanlık tutsaklığına devam mı etmelidir?”

arha bir zamanlar bebekken ondan geri alınan ismini; yani tenar olmayı seçerken cinselliği yanında özgürlüğü ve kimliğini de geri alır kitapta… ve bunu ged sayesinde yapar. diğeri ile girdiği etkileşimle açar gönlünün ve aklının kapılarının kilidini. ben de bu kitabı okuduğumda çok etkilenmiştim ama bu gözetleme hâli üzerinden olan yanı gözümden kaçmış kitabın sarhoşu olurken. şimdi dosyada oya hanım’ın yazısı ve derlemeleri üzerinden yeniden “atuan mezarları”nı düşünürken bir eşik açıldı birden karşımda. bir önceki sayfada benim “dipsiz tını” isimli şiirim yayımlanmıştı o dosya kapsamında. lacivert’te iki yıl önce yayımlanmış şiiri bir kez daha dosya kapsamında yayımlamışlar. bu benim için onur verici, çünkü o şiirle aylarca uğraşmıştım. ciddi uğraşmıştım hem de. nilgün aras’ın “kadın şirinde kayıp erkek bedeni” şeklinde olan araştırmasını o şiirle pratikte yaşatmak istiyordum bir kadın olarak. o’na istediğini vermek… çünkü ne kadar şiir araştırırsa araştırsın bir türlü istediği veriye ulaşamıyordu… kadınlar erkek bedenini anlatmıyorlardı kadın dili ile… o ise şiiri kendisine gösterdiğimde “ şiir çok güzel, cidden güzel aynurcuk ama benim söylemek istediğim şey açısından eksik, onu karşılamıyor. lütfen bu ayrıma dikkat et” dedikçe ayrıma dikkat ediyor, ancak eksik derken neyi kastettiğini bir türlü kavrayamıyordum. sadece “bu kez de olmamış aynurcuk” dedikçe o, nasıl da heyecanlanıp nerdeyse sevindiğimi anımsıyorum o günlerden.

birden gözümde ışık yandı; o eksiği gördüm sanki bugün. işin ilginci o eksiği görmemi tüm bu bilgi birleşimleri önderliğinde şarkıcı tarkan yaptı diyebilirim. ne alâka demeyin; tam da göbekten alâka. şans bu ya tarkan’la ilgili bir kitap okumuştum hemen öncesinde. bir şey var bu kitabın içinde; benim ihtiyacım olan şey bu kitapta diyerek almıştım hem de o kitabı rafta gördüğümde elim uzanırken… o dönemler okumuştum da dikkatle ama o aradığım şeyle karşılaşmamıştım. aradığım şeyin ne olduğunu bulmam gerekecekti önce… bazı şiirler bazı zamanları beklermiş misâli beklemem gerekmiş demek. hatta çok iyi nakşedildi hafızama o anın görüntüsü; arkadaşım gülseren çınar’la birlikteydik kitapla ilk karşılaştığımda. henüz kendi kitaplarım yayımlanmamıştı o tarihlerde; bana imza attırmıştı kitabın ilk sayfasına. “ilk imzanı bu kitaba at aynur”, demişti; “senin hiç yazılmamış kitabının imzası olsun bu. yazdığın gezi notlarının değil, hazırladığın şiir kitabının değil. bir sonraki şiir kitabının imzası.” çok ilginç bir yaklaşım bu, çünkü nilgün aras da bana benzer bir şey söylemişti, daha sonra başka bir konu konuşurken birbirlerinden habersiz. “aynur bir gün ne demek istediğimi anlayacaksın. benim üzerinde çalıştığım bu temanın şiirlerini sen yazacaksın pratikte; bu şiirleri yazacak potansiyelin olduğunu biliyorum ama henüz vakti var ama sakın dediğimi anlayıp yazabildiğinde bunu şu anda çalıştığın şiir dosyasına katma. o noktada hemen yeni bir kitaba başla ve o kitap senin asıl erotik kadın dilini yazmaya ulaştığın kitap olacak” demişti. hatta işini sağlama alıp, benden söz almıştı bu anlamda şiir yazarsam elimdeki taslak dosyasına katıp yazdığım şiirden kurtulmayacağıma dair. çok hınzırca bir söz bu. böylece devamını da yazmam gerekecekti kitap olabilmeleri için.

evet, o imzayı tarkan kitabına atmıştım o gün. arkadaşım da tanık olarak yanına kendi imzasını atmıştı. “ben aktif tanığım” derken göz kırpışını anımsıyorum. işte birden tarkan dedim leguin’le ilgili satırları okuyunca şimdi; anahtar tarkan‘la sembolleştirilebilir kestirmeden… meraklı iz sürücüler için söyleyeyim; kitabın tam ismi “tarkan yıldız olgusu”. şarkıcı tarkan’ın yıldız olma süreci acaip iyi incelenmiş kitapta. yazarı aysun yüksel… yazar, tarkan’ı incelerken müzik ve toplumun gelişimini çok iyi incelemiş. nurdan gürbilek’in “vitrinde yaşamak” isimli kitabında orhan gencebay üzerinden yaptığı toplum analizlerine benzetmiştim okurken. tarkan’ın şarkıcılık sürecini kadın ve erkeğin birbirine doğru evrildiği süreçte oluşan ara simgeyi doldurmak niyeti olarak okumuştu en özde.

bir bölümü beni çok etkilemişti. kitap bir arkadaşımda olmasa ordan direk alıntı yapardım size ama kitap şu anda evde olmadığı için hafızamdan yazmak zorundayım. aklımda kaldığı kadarıyla diyordu ki; tarkan toplumda çizilmiş erkek rolünü aşan bir yerde davranıyor. iki cinsin birbirine yaklaştığı yerde… bunun örneği olarak; yani korkusuyla da barışık olan erkek olmak… öte yandan “arzu nesnesi” olma kısmı var. gerek söyleşileri, gerek şarkı sözleri, gerek kliplerindeki hâlleri ve en önemlisi verdiği pozlarla bunu nasıl desteklediğini tek tek örnekliyordu yazar. bakışı, objektife bakarkenki ifadesi, kendi bedenine mutlaka dokunma hâlleri fotoğraflarında. evet geliyoruz seyir işine. burada tarkan medyatik bir yıldız olma yolunda giderken bir ihtiyacı karşılıyor. ursula le guin’in o kitapta yaptığı işi yapıyor bir bakımdan. yani diyor ki aysun yücel; erkeğin içinde kadınlık, kadının içinde de erkeklik var ya ( anismus ve anigma kavramları ), bununla barışık olmanın hâlini simgeliyor tarkan. onu seyreden kadın da bir erkeğin kadını seyredişindeki hazzı duyabiliyor. o anda erkekleşiyor. bir seyir hâlinde gözlerini bedene dikiyor ve seyrediyor. bu çok ilginç ve doğru bir gözlem bana göre. anımsıyorum da kadın arkadaşlarımdan birisi ne zaman bir boşluğa düşse tarkan’a sarıyor; bu çok ilgimi çekmiştir benim. bu kadınlar kaç yaşında olurlarsa olsunlar ve hangi statüden, tarkan kliplerini izliyor, posterlerine bakıyor, evlerine asıyorlar hatta. yaşıtım olan kadınlarda da bunu gözlemledim, gençlerde de… tarkan’ı seyretmek benim de hoşuma gidiyor ne yalan söyleyeyim, bir haz var onu seyredişte. sözlerinde ve o sözleri söyleyişinde baştan çıkarıcı bir fişekleme durumu.

kadın erkeğin kadını seyrettiği gibi içindeki erkekle erkeğini seyretmeyi öğrendiğinde kadın şairlerin de şiirlerinde erkek bedeni yer alacak. anahtar sözcüklerden önemli birisi de “hazla seyretmek” olabilir… anlıyorum ki henüz yazmadım ama nilgün (aras) bana boşuna güvenmiyor olmalı bunu yapabileceğim konusunda. ben bu şiirleri gerçekten yazabilirim, yeterince yoğunlaşırsam… bunu hissediyorum. “yaratma cesareti” isimli bir kitap da boşuna çıkmadı bugünlerde karşıma.

aynur uluç