facebook twitter instagram youtube html5 sitemap Bizi Takip Edin

hayatla sanatın karışıverdiği yere dair..

hayatla sanatın karışıverdiği yere dair..

bugün ben biraz hayat ve sanat ilişkisi ile ilgili konuşmak istiyorum ama söze kendimden başlayacağım direk. çünkü en ince ayrıntısına kadar her şeyi test edebileceğim bir denek, ya şöyle söyleyim insanlık labaratuvarında yol alabileceğim gönüllü kaynak olarak görüyorum kendimi. “damarlarında serum denerken ölmek ayıp olur mu” dediği gibi nazım’ın şiirinde... ama ben aklıma geleni denemiyorum. hemen öyle anlamayın sakın. neye ne kadar dayanıcam diyen bir performans sanatçısı değilim.

hayatla sanatın karışıverdiği yere dair..sadece içimde akan suya kulak kabartıp, içerde yükselen dürtünün ivmesini yaşama ve sanata dönüştürmenin tadını duyuyorum her bir üretimde ve bu üretimin her bir safhasında. bu tat bazen keyifli oluyor bazen sancılı. bazen birdenbire oluyor olan, bazen yıllara yayılmış bir tortuyu sökercesine ağır. iyiliğimde ve kötülüğümde yolculuk ederken dönüşüp duruyorum aslıma rücu edip. bazen ağlayarak bazen gülerek, bazen gecelerce rüyalarda yol alıp hayata tercüme edebildiğimde gizli şifrelerimi. şifreler hep sembolle gelir. bazen bir sözdür şifre, bazen bir renk... bazen göğsünüzde sıkışan nefestir, bazen durduramadığınız bir ağlama isteği. işin en önemli kısmı şifrelerinizi tanıyabilmenizde yatar.ben bir konuda iddialı olacaksam şifrelerimi tanımakta iyiyim de demeyim ama buna niyetim var diyebilirim. evet bu niyette iddialı olabilirim pekâla.. şifrelerimi çözmeden hiçbir şeyin rahatlamayacağını öğretti bana hayat. her şeyin perde arkasından yaşanacağını yoksa. ne yapsak ne etsek de hep bir mesafe olacağını kendimizle kendimiz arasında..

işte o yüzden ister resim olsun isterse yazı, ister şiir olsun isterse ilaç; hiç bir üretimimim sanat için değildir benim, ne de başkaları için aslında. her ne yapıyorsam sanki en temel omurgada hayatın devamını sağlamak için yapıyorum. ve tam orada oluyor olmakta olan… belki de en çok kendim için yapıyorumdur her ne yapıyorsam. canlının en temel dürtüsü yaşamını sürdürmektir ya, yaşamımı sürdürmek için yapıyorumdur her ne yapıyorsam her biriniz gibi. insanlığın küçücük bir örneği isem kendim için yaptığım her şey birilerine de ışık olacaktır benimle birlikte nasıl olsa. kendimi kocaman bir bütünün parçası olarak gördüğüm kadar içimde de bir koca dünyayı taşıdığımı da aynı oranda hissediyorum her an. o yüzden gözümden uyku da aksa resim yapıyorum. o uyku ile uyanıklık arası araf bölgede elimden, bilincimin altından ve üstünden, nasıl desem yanından yöresinden dahi ne çıkacağını sonsuz merak eden o kıvılcımlı dürtüm uykudan ağır basıyor ve dayanabildiğim kadar dayanıyorum uykuya. ve çizmeye devam ediyorum oyunun bir sonraki sahnesini merak eden seyirci gibi, ama bir yandan beni bu kadar zorlama, uyu artık diyen sesi de dinliyorum. haydi artık bu gecelik yeter yat diyen de benim çünkü, bir sonrakine daha bakayım ne çıkacak bak hemen sonra yatıcam söz diye kendime sözler veren de ben. geçinip gidiyoruz işte böyle bir ileri bir geri. bir yer geliyor yarın iş var diyen sese kulak veriyorum artık. oyunun bir yerinde geliyor bu yeterlik önergesi; evet, ama öyle hemen de değil. tanıyacağımı biliyor içim o doğru anı.. çünkü bu her gece değil ki bazen de bir tek şey bile değil çizmek yazmak; yemeden içmeden gelip eve yatıyorum işten. içimde en yükselen şey kazanıyor benim bütün kararlarımda.

hem eczacı hem sanatçı kimliğimi içiçe yürütmem, hem de işimi yaparken tamamen üretim koşulları içinde yapmam ilginç bir durum oluşturuyor dışarıdan bakanlar için farkındayım. aslında ayrı ayrı diye tanımladığımız kavramların birbiri ile ilişkilenme hâline bakmak gerekir bu sorunun yanıtı için. benim yaptığım alışageldiğimiz bir eczacılık değil; kişiye özel hazırlanan yani her birisi diğerinden farklı ilaçlar yapıyorum. baz kremler hazırlıyorum önce. içine herkesin kendi derdine göre ayrı doğal maddeler katıyorum. her birisi ayrı birer şiir gibiler benim gözümde. öte yandan şiir de bir omurga üzerinden dize dize harflerin, sözlerin, seslerin ve anlamların birbirine karışma, birbirinde erime hâli değil midir? her şeyin birbiri ile ilintili olduğunu düşünürüm ben. her alan diğerini besler, büyütür, geliştirir. bunun böyle olduğunu fark etmemin tarihi zamansal olarak verilebilir sadece. çünkü bizi hazırlayan büyük bir insanlık hafızasının içine doğarız aslında. yaşamımız içinde olup bitenin ne kadarını fark edebildiğimiz, ne kadarını ifade etmeye hazırlandığımız ve buna başladığımız zamanı ve ifade etme biçimlerimizi kesin çizgilerle birbirinden ayırmak zor. sadece şunu söyleyebilirim; yolun bize getirdikleriyle karşılaşma anlarında hangi durumda olduğumuzu bilemeyebiliriz. belki de sonrasında dönüp o ana baktığımızda kendimizi yeniden oluşturabilme imkânı buluyoruzdur. işte bu yüzden yolculuk nerede başladı buna yanıt vermek gerçekten zor…

öncelikle ben istiyorum ki daha yaşanılası bir dünyada yaşayayım. bu dünyayı da sadece kendim için istemiyorum. bu çok önemli bir ayrım noktası. kendim için istersem bu “bencil” bir istek olur. eğer insan yaşamak istediği dünyayı sadece kendisi ve yakınları için istiyorsa nalıncı keseri gibi kendine yontarak rahat etmeye çalışacaktır. bu tür insanın bulunduğu koşullarda nispeten biraz daha rahat bir yaşam elde etmesi de mümkün, çabası bu yönde olacağı için. oysa birileri mutsuzken mutlu olamayacağını düşünürsen daha yaşanılası bir dünya için uğraşmaya başlıyorsun. sanat bu uğraş için bir araç oluyor. "şehre mutluluk veren" bir kızın öyküsü vardı, duymuşsunuzdur. bu polyannacılık meselesi değil. “ne yapıyorsun sen?” diye sorduklarında, “şehre mutluluk enjekte ediyorum” diye cevap veriyordu. yaptığı şey karşılaştığı insanlarla iletişim halinde olmak ve onlara güler yüzlü davranmaktı sadece. belki ilk bakışta çok klasik gelebilir ama bazen klasik sözler hayatın bilgeliğini içeriyor. dünyayı daha iyi bir yer hâline getirme çabalarımıza rağmen, yeni rağmen alanları kendini dayatacak hayatımızda. bizim bu çabamız onlara rağmen, onlar da bunlara rağmen bir şeyler yapacaklar yıkmak için. kendi içinde sarmal bir şekilde gidecek bir yolculuk bu. mesele, biz hangi tarafta olacağız.

ki bunun mücadele veya benzeri sözcüklerle tanımlanmasından yana da değilim. bu tarz sözcükler yaygın düşünme biçimlerinin dayattığı çözümsel yöntemler. bir şeyi elde etmemiz için kavga etmemiz gerekiyor bu mantıkta. bir şeyi kazanabilmemiz için birinin elinden almamız gerekiyor. oysa “ubuntu” diye bir söz var. batılı bir bilim adamı afrikalı çocuklara bir ağacın altında duran elmaları göstererek oraya ilk varanın tüm elmaları alabileceğini söylüyor. haydi denildiğinde ezber bozan bir şey oluyor. çocukların hepsi el ele tutuşarak ağacın altına gidiyor ve elmaları hepsi birlikte yemeye başlıyorlar. diyor ki batılı bilim adamı; “ne yapıyorsunuz? hani ilk ulaşanın olacaktı elmalar?” çocukların cevabı ilginç; “biz ubuntu yapıyoruz”. oraya birlikte ulaşabilme hâlini, birbirini taşıma, birbirini bekleme hâlini tercih ediyor çocuklar. biliyorlar ki içlerinden birileri mutsuzsa o mutluluk olmayacak, alçakça bir şey olacak hatta bu. düşünsenize mutluluk elmaysa, onu yiyeceksin, dişleyeceksin ama birilerinin de yiyemediğini bileceksin, hatta diğerlerini geçmiş olmanın da hazzı eklenecek elma yeme hazzına. bize başarıdan gurur duymamız öğretildi hep ama başarı utanılacak bir duruma dönüşüyor buradan bakıldığında. ve neden sanata bu kadar çok emek harcıyoruz sorusuna geliyor iş bu noktada. oysa sanat kaçınılmaz oluyor ve sanat her yerde olmak zorunda. öyle ki sanatçı olmak gerekmiyor üretmek için.

hayatı yeniden üretmek... hayatı yeniden üretebilmek için, kendini yeniden üretmek. kendini yeniden üretebilmek için etrafında olan, seni besleyen şeylerin sana değmesine izin vermek, onlara ulaşma çabandan vazgeçmemek. bize dayatılandan başka bir algıya ulaşma biçimi bulmak kendimize...bu yaptığım çaba mücadele gibi görünüyor bazen ama orası direnme noktası aslında.. bana giydirilmeye çalışılan, bana öğretilerle gelen, bende emanet olan her şeyi bünyeme almaya direnmek. çünkü yolculuk böyle bir şey aslında. aynur’dan önce doğanın bir parçası olan insanın ki; buradan algılıyorum ben; insan doğanın efendisi değildir. insan efendi olmadığını fark ettiğinde nesi olduğunu fark etmeye başlayacak? hani hayvanları koruma derneği var. hayvanları koruma derneği dediğimizde insanın üstte olduğu, hayvanların korunmaya muhtaç olduğu varsayılıyor peşinen. ya da şifalı bitkiler... oysa bir rengi var, toprakta duruşu, birçok özelliği var o bitkilerin ama biz onları şifalı olması üzerinden yani insana yararlılığı üzerinden algılıyoruz.

çıkar ilişkisi üzerinden algılıyoruz her şeyi ve en tepede "her şey insan içindir" diyoruz. dolayısıyla insanın bütün bunların gerçekten bir parçası olduğunu unutuyoruz. insan kendini bu kadar önemsediği zaman doğallık-yapaylık kavramları çıkıyor ortaya. insanın var oluşundaki kibire dur demeye çalışıyorum denilebilir.. çünkü bu benim kendimde de çok çabaladığım bir şey. varsa ki… var yani her birimizde olduğu gibi. insanın doğanın bir parçası olduğunu bilmeme hâlinin sonuçları aslında bu da. insan şöyle baksa kendi kıymetliliğini de görecek çünkü. diyelim ki ortalama insan ömrü yetmiş seksen yıl olsun, bu bilgiyi cebimizde tutup gezegenimizden söz edelim. galaksiler arasından gelelim samanyolu galaksisi’ne, oradan güneş sistemi’ne ve onun içinde küçücük bir yerde gezegenimiz. onun içinde daha da küçük insan var. etine batırsan bıçak girecek. bu kadar zayıf, ölmesi bu kadar kolay... ölmese bile ortalama yetmiş seksen yıl yaşayacak olan insan var. burada ölmek ve öldürmek kavramları üzerinden insana bakalım. bir kara parçası için, bir ev için, yeşil bir banknot için kendi ruhundan vazgeçebiliyor. oysa şunu anlasan; sen çok küçüksün insan ve aynı zamanda çok büyüksün… büyüklüğünü fark edebilmek için önce küçüklüğünü kabul etmek gerekiyor. küçülte küçülte geldiğimiz yerdeki küçücük nokta birebir benim hayatım oluyor, düşünsenize yüzde yüz oluyor o bütün bende. benim için, senin için, her birimiz için. bence insanın dünyanın dengesindeki yeri bu şekilde olmamalı.

“yolun kendi bile güzel, kim bilir ne hoştur varsam kaynağına” şeklinde bir dize çıkartmıştım bünyemden yıllar önce. işte sonra anlıyorsun ki; kaynağı merak etme çabasını güzellerken aslında "yolun kendi bile güzel" derken "bile" sözü ile yolun kalbini kıran bu dize tam da tersine çevrilebilir bir şeymiş. yani yolun kendisi güzel olduğu için kaynağına varma çabası güzel. işte bu noktada hepimizin anlatacak bir şeyleri ve anlatma kanalları var demek istiyorum. anlatımı belli kişilere bırakmak yerine kendimizin yapması gerektiğini söylüyorum. bu kişiler kendi varlıklarını oradan tanımladıkları için kendi girdikleri kanala sizin girmenizi istemiyorlar. o yüzden maddi ya da manevi olarak üretimlerinden kişisel çıkar bekleyenler her işi erbabı yapsın der. sistem ise aslında kontrol edemediği hiç bir üretimi istemez. yaşamı üretmek için en büyük kaynağın sizde olduğunu bilmeyin ister. hayır diyerek dayatılana itiraz etmek için bile değil, bu düşünme şeklini o kadar bile kaale almayarak doğrudan kendimi elime saldığım için çiziyorum ben. ressam değilim sadece çizenim. o an için çizenim. içimden geçen renkleri eskizsiz, taslaksız, çizdiğim ne çıkacak diye korkusuz elim nasıl istiyorsa öylece çiziktirenim. dilim nasıl istiyorsa sözlere dökenim, sözün yetmediği yerde seslere... sözün, resmin, sesin yetmediği yerde bedenimin dile ile anlatanım. gözlerin içine bakanım anlatırken. anlatacağım bir şey varsa onun yolunu arayanım yani... biçim önemsizdir, hepimiz birbirimize akabiliriz.

şiir şairlere dahi bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. demiştim baya bir tepki almıştım işte yineliyorum. "postacı" filminde “şiir ihtiyacı olanındır” der. böyle bir şey de değil benim sözünü ettiğim. şiir, sadece şairlerce tanımlanması ve onların ambargosuna bırakılamayacak kadar ciddi bir düştür aslında. şiir hayatın içindedir. benim annem şiir yazmadı ama bence şairdi. komşularına sorarsanız terziydi... şair bir terziydi ama anlamları birbirine eklemek, dikmekse şiir, o güllerini dikiyordu meselâ yer yüzüne. bir örnek anlatacağım anneme dair. yoldan geçen bir kadın annemin bahçesindeki gülleri koparmış. “ne yapıyorsun?” diye kadına seslendiğinde gülleri koparan kadın o güllerle reçel yapacağını söylemiş. bunun üzerine annem, “yavrularımı pişirecek misin?” diyor. tam da böyle bir şey şiir. ve sesindeki ağlamaklı tonda. o sahici seviş duygusunda. bu ihtimali düşündüğünde bile sızlayan burnunda şiir. tam da böyle bir şey resim. tam da böyle bir şey çıkıp sahnede konuşmak. sahne her yer çünkü. eğer daha iyi insan olmak için sanattan yararlanacaksak sanat bir yol, bir araç olmak zorunda. dolayısıyla sanatçı diye bir şey kalmamak zorunda.

aynur uluç