füruğ’la tanışmak
“tenha seda “demişti füruğ sesimdeki anlamı, anlamdaki kapıyı aralamak için kendime yol giderken… tam da o zamanda karşıma çıkması tesadüf değildi bu dizenin elbette. şiir doğal bir şekilde akıyordu aslında, ama bir yerinde, bir dizesinde birden durdum. durma ihtiyacı hissettim. diyordu ki “ölmüş bir kuş bana uçmayı nasihat etti”.
durma ihtiyacı hissettim, çünkü bu dizede bir gariplik vardı. bilirsiniz şiirlerde böcekler konuşur, sazlar konuşur tamam, burada değildi elbet gariplik, ancak bu şiir o türlerden değildi. her şey gerçekliğe uygundu o ana kadar. kuvvetle muhtemeldir ki bir kuşu tam da ölmek üzere olurken görmüş olabilirdi füruğ; ve uçan bir canlının ölüşü ona uçmayı hatırlatmış olmalıydı. hem belli ki üzülmüş, hem de neyin daha önemli olduğu gibi bir uzak mercekten bakıvermiş olmalıydı olaya.
diğer çevirilerine baktım şiirin, farsçam yoktu; türkçelerine, ingilizcelerine baktım mecburen. “recommended” geçiyordu şiirde… yani tavsiye etti diyordu yine; benim içime sinmeyen ilk çeviride olduğu gibi. doğrusu nedir, ararken buldum kanada’dan maryam’ın çevirisini… “ölmekte olan bir kuş bana uçmayı anımsattı” diye çevirmişti tam da düşündüğüm gibi. sonra füruğ’un kendisi çıktı sanki karşıma ve başka bir şiirinde “kuşlar ölür sen uçmayı unutma” dedi. “ahh!” dedim, “artık bu şiiri çalışmam lazım”… bana farz oldu. işte böyle başladı füruğ’un yoluma ses dökmesi, böyle başladı sesinin rüyalarıma attığı kanca… böyle başladı her şey, rüyasının artık bende sürmesi tam da böyle başladı.
artık elime ne geçerse bakıyor, ne geçerse okuyordum füruğ’a ilişkin. kitaplarının peşine düşmüştüm; tek tek sözcüklerinin. nerede olsalar arayıp buluyordum. bu ülkede basılmış şiir kitaplarının hepsini edinmiştim; tek bir kitap kalmıştı geriye. bir yağmurlu günde kadıköy’de kitabevi kitabevi gezmiştim furuğ’un aradığım o kitabı var mı diye… yoktu. ayakkabılarım su çekmişti yağmurun şiddetinden ama o sularda füruğ yoktu. aradığım kitap nette dahi yoktu. var görünen sitelerden param iade ediliyordu. o kitap sanki hiç var olmamıştı gitti gidiyor’larda bile gitti gidiyor oldu gelmedi. üşenmedim kalktım kitabın basıldığı yayınevine gittim. dediler; “bir örnek bile yok elimizde.” yılmadım, vazgeçmedim. artık evinde olan birisini bulmaktan başka çarem kalmamıştı. bir arkadaşım dedi, “bende var hatırlıyorum kütüphanemde olduğunu.” kalktı şehrimden evine gitti. kendi şehrine gitti. aradı, aradı… günler geçti aradı ama orda da yoktu. bir gün, bir cumartesi galatalı meydan yerinde “kuşlar gibi yalnız anneler”in yanında rastladım bir arkadaşıma. soluk soluğa anlattım kaybolmuş günlerimi; soluk soluğa arayışımı… durdu, gülümsedi. dedi “aynur bende var. ne gün buluşalım vereyim?” yüzümde güller, dişimde inciler açtı.
ne çok zaman geçmişti ben füruğ’u ararken, kütüphanelere gidip fotoğraflar mı çekmemiştim bu zaman zarfında, dergilerin peşinde mi koşmamıştım aylar boyunca içinde bir satır varsa diye. ingiltere’den gelecek farsça ingilizce kitaplarını kaç gün, kaç gün, kaç gün bekledim kargolardan. istanbul’a gelip de aksaray postanesinde kaybolduğunu öğrenene dek, kaç pakete içinden füruğ çıkacak diye koştum. kaç kişiye farsça biliyor diye yarenlik etmeye kalktım. kaç kapıdan eli boş döndüm sorularıma yanıt ararken. kaç sorudan yanıtsız, kaç umuttan boynu bükülmüş döndüm. farsça türkçe sözlükler mi almadım, türkçe farsça sözlükler mi… anlamadığım harflerde kaç kez iz sürdüm günler geceler boyu. anlamadığım dillerden bile indirdim füruğ’ları. her dilde nasıl yazılır füruğ ezber ettim, öğrendim her dilde nasıl seslenilir ismine.
her dilde nasıl da başka yorumlamışlar; okudukça şaşkınlıktan dilim açıldı. dilime sorumluluk düştü farklarını gördükçe çatallanan sesinin… kaç arkadaş kaç kez oturduk füruğ’un etek ucunda, dizelerinin içine düştük. kaç arkadaş çinileri aradık elinde gezdirdiği zembilinin içinde… yollar yolları kovaladı farsça bilip derdimle ilgilenecek tek bir kişi bulayım derken… bir gün, dinlediği şarkıların içinde şarkı söyleyen bir kadın çıkageldi; dedi ki “aynur bir arkadaşım var sidney’de sor bakalım ona sorularını.” bilse bilse o bilir… “ahh!” dedim. “ahh ah!” dedim… döşendim hemen bir koca mektup dostluğumdan payıma ne akıttıysam, gece yarısı uykularımdan sidneylere kuşlar uçurdum… “öpücük” şiirinden kafama ne takıldıysa sordum sordum söyledim. deste deste yanıtlar geldi. aldım elime füruğ’un körpe sesini kâğıtlara geçirdim. seyre daldım, mırıldandım içimden “harfler n’olursun dile gel, söyle bana bu anlam farklarını”
seslerin cin perisi hâlime acımış olmalı ki; sorun çözmeye hevesli bir ses uzakta değil tam da yan dükkânda; eczanemin yanındaki pastanede çalışan genci söyledi. füruğ’un diyarından bir kuşun yanda çalıştığını dedi; “aynur abla bilse bile o bilir, sorar mısın davood’a.” birden gözlerimin feri parladı. hemen bir kuş uçurduk dedik “hâl böyleyken böyle…” kalktı geldi anında davood… kalktı geldi meraklı gözleriyle çalıştığım harflerimi görmeye… ben dedim “füruğ”, ben dedim “ses”. o dedi “füruğ”, o dedi “ses”… ben füruğ’u anlattıkça o bana anlattı, ben dinledikçe dinledi beni. anladı ne çok seviyorum onun biricik şairini… yüzünde gözleri, dilinde sözleri ışıldadı.öyle derinden algılıyordu ki bu özel kadını bu özel adam; dedim “ah, bunca zaman dibimde miydin”… aldık elimize satır satır harfleri ne demiş ne dememiş. oldu bir anda dünya bir keşif gezegeni. “sidney’lerden mi dolandım” dedim “seni bulana kadar davood, elimin az ucuna. her gün içtiğim çayları demleyen eli nasıl tanımam, yazıklar olsun bana…” nasıl tanımam füruğ şöyle de şöyle yaşadı, şöyle dikti tavrı, şöyle tekti derken, sesimiz buluşmuşken onunla yılların ötesinden… ah ben nasıl tanımam içimdeki kederin ortak sesini… üstelik “tanımaklar” deyip deyip düşmüşken bunca zaman yollara, tanışmak hep içinle ve dışınla tanışmak derken iki lafın başında… yanınla tanışmak; yörenle… uzaklarda aramadan yakını… yakınlarla uzaklardan tanışmak neymiş anladım. ve utandım.
aynur uluç