facebook twitter instagram youtube html5 sitemap Bizi Takip Edin

Derede parlayan çakıl taşları

Derede parlayan çakıl taşları

Derede parlayan çakıl taşları

"İnsanları mekanik ilişkilerden çekip çıkaracak iksiri öyle kolaycacık elini cebine atıp bulup çıkarmak her zaman o kadar kolay olmuyor. Ya sende olmuyor ya onda. Olsa da, ya seninki o sihri onda yaratmıyor ya da onunki sende. Uyuştuğundaysa insanın doğasına uygun o akışkanlık baş döndürücü güzellikte içini doldurup dışına vurabiliyor. Her şeye yansıyabiliyor. "

Yukarıdaki alıntı sevgili kitap partnerim Mustafa Sedat Kılıç'a ait. Kitap partneri ne demek... Birlikte satır satır emeği senelere yayılan kitaplar yazıyoruz biz onunla, siz bilmiyorsunuz.

Pekii bu alıntıyı neden yaptım şimdi sabah sabah. Anlatacağım ve paylaşacağım şeyi o kadar güzel anlatıyor ki.

Çünkü Ayvalık Melek Kuyusu'ndaki söyleşi ve kitap imzası etkinliğimde tanıştığımız, birbimize etkinlik boyunca akışıp karıştığımız bir tatlı kadın girdi hayatıma. Ve benim yıllardır üzerinde çalıştığım "dip ses" adını verdiğim temaya kendiliğinden uyacak şekilde bir metni rahminden çıkarıverdi ertesi gün. Çünkü "kadın" aslında böyledir kendiyle barışıksa. Kendi doğasından gelen varlığının enerjisini salıverdiğinde ortalık çiçek kokar, nefesiniz gevşer onun dişil enerjisinde. Bağırmadan usul usul ama bi çırpıda yazar. Sonra o metnini, öper okşar gibi cilalar harflerini. Dantellerini örer yazılarının. Yürürken tatlı bir esinti yayılır gövdesinden. Gülerken içinizde ceylanlar koşar fark ederseniz. Gözleri öyle fer fecir oynamaz, apaçık bakar, ısınırsınız.

"Ağustos güneşinde derede parlayan çakıl taşları" gibisin demişti bir arkadaşım benim için. Ve şimdi bu taşı ben de Elif'te gördüm sanki. O bana etkinlik öncesi makyaj yaparken ben onun gözlerinde içindeki sanatçıyı gördüm. Etkinlikte akışına kucak olduğum, vesile olduğum, içimde sotada bekleyen ırmağın bendini açıverirken, içindeki kapağı açıverdiğimi söyleyen kadından; Elif Kabataş'tan bir mesaj aldım dün akşam. Ve gördüğünüz resmi yaptım size bu hâli anlatabilmek için.

Uzun süredir beklediğini söylediği kalemi taklalar atarak coşmuş Elifin, anlamları havada büker gibi, ışığını kıvrılarak akıtan bir fener gibi yazmış. Ne mutlu oldum ki bana hitaben yazılı. Vesilesi, itici gücü olmuşum. Öznesi olmuşum sözcüklerinin. Ama bilirim ben önce bir kişi yazdırır, ama sonra o dağılır hepimizin olur. Olsun da. Çünkü içimizde biriken nehirlerde hepimizin emeği vardır.

Neruda'nın dediği gibi. "Şiir ihtiyacı olanındır" ve bu tür içten yanışlı şiirler tek bir kişiye yönelik değildir aslında öyle gibi görünse de ilk bakışta. Bir hâli anlatır çünkü. Hâl dili, kal dili birbirine karışır mayasında. Hepimizden bir parça taşır, kimimiz tanırız o parçamızı, kimimiz doğar ölür gideriz farkına hiç varmadan.

Şimdi sevgili Elif Kabataş'ın sözcüklerine dalalım mı birlikte.

"Bir kadın tanıdım. Aslında bundan çoook çok önce tanımışım. Ellerimiz tutuşmuş birbirine daha önce. Yaralarımızın yerini ezbere biliyor parmaklarımız. Nasır tutan o küçük parmak var ya diğerimizin dokunuşu yumuşatmış iyileştirmiş biraraya gelince. Öpünce geçmiş acısı. Geçmeyen acılarımız da olmuş.

Birimizin hıçkırığını diğerimizin hıçkırığı bölmüş. Birlikte ağlamışız. Tuzlu damlalarımız karışmış birbirine, tatlı olmuş. Kimyalarımız biraraya gelince müthiş bir madde çıkarmış ortaya. Etkileşimimiz şahane olmuş. Tepkimelerimiz de olmuş tabii. Ayaklanmalarımız da. Duvar gibi dik durmuşuz birlikte. Bazen de güneşe çok maruz kalan tül gibi erimişiz. İlmek ilmek sökülmenin dayanılmaz hazzını yaşamışız. Birbirimizin şarkısına kulak vermişiz. Notalar yükselirken dudaklarımızdan şaraplarımızı yudumlamışız beraber. Şen kahkahalarımız eşlik etmiş martıların seslerine. Yarıştırmışız martılarla çığlıklarımızı. İyiki tanımışız birbirimizin kalbini.

Birbirimize hiç direnç göstermedik. Pürüzsüz bir kabullenişti bizimki. Senin suların usulca benimkilere karıştı, benimkilerse seninkilere. Büyüdük daha azgın dev bir çağlayana dönüştük. Estik. Gürledik. Köpük köpük çoğaldık. Taşlara sere serpe yayıldık. Nilüferler açtı göğüslerimizde. Temizlendik. Mis kokularımız davet etti yüzlerce börtü böceği.Oynadık. Oynaştık. Keyifli zamanlar geçirdik. Sonra yorulduk.

Zaman geçti. Döktük lâzım olmayan yapraklarımızı. Soyunduk. Ama hiç çıplak olduğumuzu hissetmedik. Bizi örten saklayan sarmalayan bir çift el oldu üzerimizde. Sonra bir kelebeğin kanatlarına bindik. Çiçek çiçek gezdik.Pembe mor salındık ortalıkta. Mavi bir pencerenin pervazına konduk sonra. Mor begonvile aşık olduk. Yaseminin kokusundan mest olduk. Körkütük sarhoştuk. Fark etmedik ömrün sonuna geldiğimizi. Son nefesimizi verirken göz kırptık alaycı buluta.

Sahi, biz Yunancayı ne ara öğrendik? Ne çok konuştuk. Ne çok anlattık. Ne çok dinledik. Ne kelimeler yetti ne de saatler. Yelkovanı çıkardık oyundan, akrebe küstük. Hele o takvim yok mu o takvim? Yırttık onu boydan boya. Yerine ne mi astık?

Yaşanmış ve yaşanacak tüm güzel günleri !"

İşte tam da böyle akışır insanlar sahici olduklarında, kendi olmaktan korkmadıklarında birbirinin yanında çıplak kalmaktan da korkmaz. Önce örtünüp sonra arkasında nefes alamayacağımız maskelere gerek yok.

Martı Jonathan Livingston isimli kitabında söylediği gibi Richard Bach'ın "gelenekler olsun, boş inançlar olsun özgürlüğü kısıtlayan ne varsa kaldırıp atmak gerek."

Aynur Uluç

27 Mayıs 2024