çukurunu kendine yakıştırmak
yazılarımı takip edenler bilir; hayat bizi o noktaya getirdiğinde çukurlarımıza bihakkın düşmek gerek der dururum ama düşmek nasıl bir düşmek. o düşme hâline nasıl bir bilinçle yaklaşmak ki oluş gayesi etkin olsun, boş yere olmasın o düşüşler. boş yere kanayıp durmasın dizlerimiz artık, bunu hiç anlatmadım. çünkü yolun bu kademesine ben de yeni geldim.)))
dedim ya; düşmeyi göze almak gerekiyormuş ama öyle zırı zırına sürünmek için değil. bir şeyi çukuruna düşmeden anladım dersen; ancak kendini kandırırmışsın; önemli olan bunu bilmekmiş öncelikle. düşmek haydi düşeyim bakayım demekle olmuyor tabi; hayatın içinde kendiliğinden oluyor. yeri geldiğinde oluyor. en beklemediğimiz anda… ve içimizle bağlantımız varsa oluyor. insan kendine yabancılaşmışsa bi kere, geçmiş olsun. o şansı bulması çok zor. önce o yabancılaşmayı fark edip bunu ortadan kaldırmaya çalışması gerekir. kendiyle tanışmak için izin vermesi gerekir kendisine. kendine karşı taktığı maskeleri bilmesi… o yüzden tüm mitolojik öykülerde önce göz geri kazanılır. hepimizde açılması gereken ilk çakra sanırım horus'un gözleri.
sonra muhtemelen bir ses, bir koku, bir görsel içimizi karıştırıverir bir gün; tek bir söz bazen; bir şey yapmasını beklediğimiz insandan onun bunu yapmayıverişi ile tetiklenen o içsel çöküş... gelmeyen ya da açılmayan bir telefon, sorulmayan bir hatır, kutlanmayan bir doğum günü.. mesajına geç geri dönüş yapılması. bir yerim ağrıyor dediğinde beklediğin kadar coşkulu neyin var deyilmeyişi... örnekler uzatılabilir. hayattan beklentimizin karşılanmadığı duygusuna çarptığımız her an belki de ve bunu sembolize eden şarkılar, kokular, sözcükler ya da belki ay dedenin o anki görselliği... yıllar önceki bir travmaya eşlik ediyorsa aynısı oluştuğunda karnımıza durduk yerde ne olup da girdiğini anlayamadığımız ağrı... o boşluğu hisseder hissetmez içimizde uyanan öfke, o çırpınma duygusu.
bilinçaltımızın oluştuğu ilk altı yaş içinde kortekse kazınmış o ilk izi oradan kabartıp ortaya çıkarıverecek bir işaret diyelim... o işaret hep etkin olmuştur aslında hayatınızda. hep his durumunuzu değiştirmiştir en olmadık zamanda. pek çok kez düşmüşsünüzdür yani orasının çukurunuz olduğunu bilebilmeden… düştüğünüzde kendi o bildik tanıdık çukurunuzda olduğunuzu anlayabilmek için göz gerekiyor işte tam da. sebebini anlayamadığınız hisleri anımsayın. aniden içinizden bir titreme gibi geçip giden. tepki verdiğiniz tüm olayları bir geçirin bakalım gözünüzün önünden. ortak noktaları neydi. nasıl bir durum oluşuyordu kaslarınızda karnınızda sırtınızda... bedeninizin dilini ne kadar biliyorsunuz. o size bir şey anlatmaya çalıştığında ne kadar anlıyorsunuz onun dilinden... gözleriniz ne kadar içe dönük. ve ne kadar keskin...
gözlerini geri alacak kadar uyanmayı sağlamışsanız öncesinde; işte o zaman bir bakarsınız ki çukurdasınızdır; kendi çukurunuzda… tanırsınız hemen bu kez her zaman düştüğünüz o bildik yeri. o duyguya düşmenize her ne ve her kim sebep olursa olsun işin hikaye kısmını bir kenara bırakıp asıl özünüzde titreşeni hemen ayrıt edebilirsiniz işte o zaman... o hep vardı aslında. içinizdeydi, oradaydı. anlarsınız bir anda bu kez… o yüzden bu kez farklı olsun düşüş biçiminiz; ve tek fark şu olsun. niyetli olsun bu kez içiniz; kendisiyle tanışmaya yürekli olsun. uyanık olsun gözünüz ve kendinize çevrilik olsun öncesinde.
her ne zaman gelmişse ya da gelecekse; bu kez izin verin tanışsın gözleriniz en derin kendisiyle. bir çok yerde istediğiniz şeyleri yapamayışınızın sebebiyle bir tanışın, hayat içinde bir minik işaretle aniden kötü hissedişlerinizin kendinizdeki sebebiyle… o kötü hissedişe sorumlu aramaktan vazgeçip aynayı kendinize çevirdiğinizde göreceğiniz yüzü tanıyın. işin en zor safhası buna uyanmaktır biliyor musunuz. hep karşımızdakini suçlamaya meyilliyizdir. düşünün bir olay oluyor ve bu olayın karşısında siz neden böyle hissediyorsunuz. öyle değil de böyle hissedişinizin bütün sebepleri sizin hikâyenizde gizli oysa…
orada, işte o anda içinizden ne çıkıyorsa bir bırakın çıksın önce. korku mu, hırs mı, öfke mi, burukluk mu, keder mi çıkacak içinizden. bırakın çıksın bir önce, korkmayın içinizde hep bir nefes gibi taşıdığınız gölgenizden. bir tutun elini, saçını filan okşayın. yıllardır onu orda unutmuştunuz. özür filan dileyin geldiği için teşekkür edin ona. ve nihayet onu gerçekten tanımaya ve anlamaya niyet ettiğiniz için kendinize teşekkür edin şimdi.
işte şimdi çukurunuzun tadına varacak kıvama geldiniz. o çukur senin çukurun. sana ait bir yer tamamen… sen yapmıştın sen düştün şimdi. tanıştın, el sıkıştın, bir sal kendini çukurda karşılaştığın o kırılgan gölgenle bir içiçe ol… bir duy içinde acısını iliklerine dek… bir sarıl ona, gözlerini ellerini ayaklarını öp hatta, kalkıp sana geldi nihayet, işte en sonunda sana güvendi.
üstüne başına bir yakıştırmak gerek dedik ya çukurunu. bir düşmenin tadına varmak… şükürler olsun; gerekliymiş ki düştüm diyebilmek. bir haz almak hatta dipten dipten… ki bilmek; o çukurdan kendi ayaklarınla çıkabilirsen yol alacaksın. gölgeni de kucaklayıp çıkabilirsen… işte bunu bilince, ordan çıkmamak için de hiçbir neden kalmıyor ortalıkta. o çukurda yıllarca yaşamak zorunda olmana da, oranda buranda çıkan ya da çıkacak olan yaralara, yükselen alçalan tansiyonlara gerek kalmıyor işte o zaman.
çukurdayken daha bir çırpınacağın doğru, acının dibine vuracağın da. hayat boyu milim milim her saniyene sinmiş ve sinecek olan o zaafı bırakıyorsun kolay mı… ama ne güzel öte yandan, düşünsene kanatların beliriyor sırtında. o derin acıya katlanabilmeyi göze aldığında zamana yayılacak o büyük acıyı geldiği yere gönderiyorsun. işte bunu unutma acı çekerken, o dipsiz karanlıkta ışığı hiç unutma; dışarıdaki ışığın varlığını. oradan çıkışın varlığını.
hastalığa değil şifaya baksın yeni gözlerin. tutsaklığa değil özgürlüğe bak. yokluğa değil o sınırsız bolluğa...
aynur uluç