bir kitap gördüm; yolcuydu
“yol”, sözcüğü çok özel bir keşif aralığıdır benim için. hayatı oradan da anlamlandırır, oradan da okumaya çalışırım. anahtarımdır başıma gelenleri çözmekte. gözlerimi içine alan paranteze denk düşenleri içime aktarmakta anahtarımdır. içimi dışıma taşırken uğradığım kavşaklar, atladığım eşikler hep “yol” sözcüğü üzerinden kurularak kendimi kendime ifade ederken hayat bulur. bu hâlimden söz ettiğim bir gün, dünyayı hayâl ve hayat bilgisi üzerinden okuyan bir arkadaşım bana özcan yurdalan’ın ismini vermiş, yolu merak edenlerin onun kitaplarını mutlaka okumaları gerektiğini söylemişti. yolumu kesmeliydi bu ismin dünyaya akıttıkları. zihnimin çekmecelerine ismini nakşettimse de hayat, tüm keşmekeşiyle sürüyordu. özcan yurdalan ismi zamanla hafızamda bulanıklaştı. ama günün birinde gazete okurken birden bir yazı yolumu kesti. “bir yolcu gördüm,” diye başlıyordu. yolcunun hâlini öyle özel bir aralıktan anlatıyordu ki; yol neredeydi, yolcu kimdi, yazan kimdi, bilemiyordum. bildiğim, kalbimin çok hızlı çarpmaya başlamasıydı. içim karmakarışıktı; neden sular seller gibi ağladığımı anlayamıyordum. biraz durulunca yabancılaştığım yazıya yeniden baktım. beni bu denli içten içe çarpacak bir yazı gibi görünmüyordu aklımla yaklaştığımda. ama kendimi ona teslim ederek yeniden okumaya başladığımda etkisini yeniden hissediyordum. bir ara gözüm yazarın ismine kayıverdi. ve aniden, zihin çekmecelerimde silikleşmiş isimle eşleşti. şaşkınlığım geçince içimi dingin bir sevinç duygusu kapladı. o günden sonra bir daha unutmadığım özcan yurdalan yazılarının takipçisi oldum. o her yazıya, “bir yolcu gördüm,” diye başladıkça, ben o bir yolcuda dünyayı görmeye devam ediyordum. her seferinde başka bir dönemecindeydik yolun. her seferinde başka bir açısından bakıyorduk yazarla hayata. onun gördüğü her yolcuda ben de sanki kendimin başka bir açığını yakalıyordum. başka bir hevesimle tanışıyor, başka bir yanımla yüzleşiyordum.
yazılarını okudukça kimbilir belki de bizim için hansel ve gratel’deki gibi bir fasulye bırakıyordur yola, diye düşünüyordum. zamanın rendesiyle kaçınılmaz olarak hafızamda harfleri silinip, öyküleri bulanıklaşacaktı elbet. işte o zaman bu yazılardan içimde kalacak olan tortuyu düşündüğümde anlıyordum ki; yerden özenle alınıp cepte saklanacak bir fasulye değil, tadına vara vara uzun solukta yenilecek bir fasulyeydi bu. tarihsel işlevi onu bulduğumuz ve kendi metabolizmamıza kattığımız andı. evet fasulyeydi ama bedende ve ruhta sindirilecek rehberdi de. fiziksel şekli ancak onu elimize alana kadardı. şekil değiştirecekti avucumuzda tutarken. gözlerimiz açık sayfalarda iz sürerken, iç gözlerimiz kapalı fasulye rehberliğinde belki gökyüzüne uzanıp o korkunç dev’i öpecektik buluttan inince. yolcuları gördüğünü söyleyen kişinin kim olduğu belirsizleşecekti artık ve bir ses, sürekli binbir halde ve binbir yerde “gördüğü yolcu”nun peşine takılırken, o yolcuların söylediklerine bildiği her şeyi sıfırlayıp öyle kulak verirken, belki avucumuzda büyüyen bu fasulye yol boyunca saracaktı bizi. gizli bir heybe gibi taşıyacaktık onu belimizde.
özcan yurdalan bu yazılarında bilerek belli bir kimlik üzerinden netleştirmemiş kendisini. kurduğu öykülerde seçtiği dil olarak kendisi üzerinden anlatma gibi bir yöntemi tercih etmiş olsa da, okuyucu açısından bakıldığında belli bir karakter üzerinden okumuyoruz yazıları. ve seyyah olup olmadığını soranlara, alçak gönüllülük yapıp, “ben seyyahlığın ne olduğunu biliyorum” dese de özcan yurdalan aslında bir seyyah. özellikle uzak doğu’ya giden ve oraları alışılmışın dışında kendine özgü bir dille anlatan bir seyyah. bugüne kadar, yolculuklarıyla ilgili ilk kitabı “fas’ta yolculuk tan sonra “sarı otobüs” teması üzerinden sırasıyla iran, pakistan, hindistan, nepal, suriye ve moğolistan kitaplarıyla bir külliyat oluşturan bir seyyah yurdalan.
yurdalan’ın kitaplarında kullandığı dilde beni özellikle cezbeden bir yanından söz etmeliyim. hayatın ve yolculuğun karmaşalarını anlatırken kullandığı dil, o kadar sade, o kadar yalın ama bir o kadar derin ki. insanı yoran hiç bir süslemeyi tercih etmemesi özgünlüğünün göstergesi. oraları anlatıyor sadece; kendisine değdiği yerden, sahici bir dille anlatıyor. derdi güzel yazmak değil, gördüğü yerleri ve insanlarını güzel anlatmak. bu onu belirleyen önemli bir ayrım. hâl böyle olunca okuyucuda somut ve sahici bir karşılık buluyor. cümleyi en sihirli yerinde “pat! ” diye kesiyor ve “çek git! ” diyor okura. böylece bir merak duygusu ve gitme isteği uyandırıyor okurlarda. turistik “paket tur”, “turist” gibi sözcüklere ve onların içerdiği gezmelere esastan itirazı var yurdalan’ın. kitapları okuyunca onun başka bir bilgi ve bilinçle gezdiğini anlıyoruz. zorlama olmaksızın nasıl seyyah doğallığıyla geziyorsa, yine zorlama olmaksızın doğal bir dille anlatıyor, yazıyor. öte yandan başka bir heves de uyandırıyor insanda: sadece oraları gezmeyeceğim… okuyacağım satırlarda kendi doğamdan da bir şey, farklı gibi duran başka kültürlerde kendimden bir yan bulacağım.
şu sıra aklım “bir yolcu gördüm,” cümlesiyle başlayan bu yazılarda. evrensel gazetesi’nde köşe yazısı olarak gün gün okuduğum bu özel yazıların bir kitap olup elime değmiş olmasının tadını çıkartıyorum. “dünya bir hayal dolabıdır /aynalardan geçer” demiş ya asaf halet; görüyorum dokunuyorum o yolculara. bir yolcunun hikâyesi sönümlenirken veya zirvedeyken, sünerken veya esnerken yaşamda her bir yazı finâlinde, yeniden “bir yolcu gördüm,” diyor yazar ve ben yeni bir yazının kapısından giriyorum.
aklıma borges’in sözü düşüyor: “okumak yoktur yeniden okumak vardır.” ben bu metinleri ne kadar okusam yeniden okuyacağıma dair bir duygu var içimde. sevdiğim kitaplara sondan başlamak gibi bir huyum var. huyumdan vazgeçmiyorum; finâl için seçilen yazıyı okuyunca hınzırca gülümsüyorum. o yazıda okura şöyle seslenir gibi yazar; “benim tüm yazdıklarım, şu ana dek okuduklarınızın tümü aslında sıradan olanlardı…”okur hiç de öyle olmadığını biliyordur üstelik. bu, yazarın bilerek kurduğu bir tatlı oyun olarak da okunabilir. ve şöyle sesleniyor sanki okura yazar; “o yolcuların hepsi bendim… hani başta demiştim ya size; hem gördüklerini sadece yazan böylece gördüklerini sağlam şekilde kâğıda geçiren, hem hiç yazmayıp sadece anlatan, hem okuyup hem yazan ama gerçekleri yazmayıp yalanlarını yazan, hem de yaşadıklarını unutan yolcu da bendim. evet, yolculukları yazma yolcuğuna çıkmıştım aynı zamanda. ama unuttum asıl yaşadıklarımı, özel olanlarını size hiç anlatmadım…”
aklımda sarmallarla sayfaları tersine çevirerek okuyorum kitabı. her seferinde anlattığı yolcu bir başka kişi olarak karşımıza çıkmasına rağmen yoksa bu yolcu kendisi mi sorusunu bu kadar hoş şekillerde sordurması, ilgimi çekiyor… bu durum, “her yolcuda biraz kendimiz, kendimizde biraz her yolcu mu var? ” noktasında sorgulayıcı özel bir lezzet katıyor yazılara. bazı yazılarda ayrıntıya fazla kaçmış olması odağa kilitlenirken dikkatimi kısa bir süreliğine dağıtabiliyor ama bunu önemsemiyorum. çünkü yola dair durumların farklı penceresine vardığımda kenarda kalan tüm ayrıntılar içimde silikleşiyor. diyelim, yolculardan birisi farkına varmakla ilgili bir yolculuk yapıyor, farkına varmanın korkunç çaresizliğini taşıyor. ben de farkına vara vara mutlu, farkına vara vara mutsuz oluyorum okudukça. o kadar içiyle yazmış ki yazar, ben de içimle okudukça dağılıyorum. içimle okudukça topluyorum yeniden dağılan parçalarımı. neden bir hâlden bir başka hâle geçtiğimi çözemiyorum. belki de okurun hâllerini her şeyi unutan yolcuya sormalı.
bazı kitapları tekrar tekrar okumak gerekir. bu yazıların 2009-2010 yıllarında evrensel gazetesi’nde yayımlandığında bir kitapta toplanıp yayımlanmasını çok istemiştim. 2012’de agora kitapları’ndan çıktı. şimdilerde yeniden elimde aklımda dilimde bu yolculuk. yazıyorum elimde… ben kitap üzerine yazarak, okurlar bu yazıyı ve kitabı okuyarak kendilerince yolculuğa başlayacak… aynı kitap üzerinden birbirinden habersiz bir yolculuk bu. belki de kitabın bir yerinde veya kitapta anlatılan bir şehirde buluşma, rastlaşma ihtimalini içeren bir okuma…
bir yolcu gördüm,” diye başlamıştı özcan yurdalan… ben de “bir kitap gördüm” diyerek bitirip yolculuk için hazırlanayım…
aynur uluç