aşk insanı eşitler
aşk insanı eşitler, çünkü aşk varsa ortada üstümüzde hiçbir kaban kalmaz. kalamaz. ne kadar statü varsa, ne kadar mal mülk o kapıdan geçerken soyunulur. soyunulmayan tek giysi kaldığında insan aşktan çıkar. varlığının dibine kadar yaşadığın bir alandır aşk. kocaman bir imkândır tamamlanmaya. bağımlılıktan ve üzerinden kendini mastürbe eden diğer emme biçimlerinden söz etmiyorum tabii... hakikaten soyunulduğunda uçabilme kapasitelerimizden söz ediyorum. en dibimizde saklı kanatlarımızdan…
julia roberts'la richard gere'in oynadığı bir film vardı; “özel bir kadın”. orada bu temayı güzel anlatır. o filmi kaç kez izlediğimi bilmiyorum. romantik komedi türünde bir aşk filmi gibi görünür başta ama hikaye edilmiş çok derin hayatı anlama biçimleri vardır içinde. bu doneler hikaye içine öyle güzel giydirilmiştir ki izleyici felsefenin teorisine ancak biliyorsa ulaşır. ama onları teker teker bulması değil geçirilen anlam kapısından geçmesi ve uyumlanması beklenir izleyiciden. ve ne çok insanın geçtiği de filmin tanınırlığından, popülerliğinden belli. kült oluşundan belli. o kadar çok insanı yakalamıştır ki bu kadar bağ kurulmuş filmle. işte oradan belli filmin başarılı hareket noktaları yakaladığı.
Statünün, paranın ve imkânların aradan çekilişinin hikâyesidir oradaki aşk masalı. masaldır çünkü göstergelerle doludur. julia fakirdir ve fahişedir. hem statüsel, hem maddi anlamda farklıdır richard’dan. diğeri zekidir, imkânlıdır, olanaklıdır, güçlüdür yani. birisi erkektir, birisi kadın. sokaklarda bedenini satar julia. her türlü şiddete açıktır yani.
richard iş adamıdır. doğayı unutmuş yükseklerde uçup duran ama yükseklik korkusu olan bir adam. yükseklik korkusu aslında statü kaybetme korkusunu anlatır psikolojide. senaryoyu yazan ne güzel biliyormuş değil mi psikoloji ve felsefe detaylarını. romantik aşk filmi deyip geçilecek bir film değildir. “özel bir kadın”.. içindeki sahneler insan psikolojisine dair dip okuma ve göndermelerle doludur.
bir haftalığına anlaşırlar vivien'la adam. her ikisinin de aşkın iki insanı eşitlediği o yerde buluşma serüveni böylece başlar. korkuları vardır ikisinin de. vivien ilk anda prezarvatifleri çıkarır. alan korumasını yani beden korumasını sembolize eder bu detay. hangisini istersin seç, der ve hemen bir sonraki sahnede diş ipi kullanışını saklayışını görürüz adamdan. güzel ve bakımlı olma çabasını saklayışını... koruma kalkanlarının, kendini tamamlamaya hazırlıktaki emek safhalarının bilinmesini istemeyişi, minik ama keskin göstergelerle verilir filmde.
ve yavaş yavaş aşkta buluşurlar günler ilerledikçe. baştan aralarında anlaşıldığı üzere bir haftanın bitmesine yakın günlerde varlıklarını keşfedişlerinde acaip köklü değişimler olmuştur. prenses vivian güzel kıyafetler almış, ve aldıklarını üstüne başına yakıştırmış, çünkü oturma kalkma eğitimleri almış bir kadındır otel yöneticisi yardım eder tüm bu biçimsel süreçlerde. bu tema eski türk filmlerinde sıklıkla işlenir ya bilirsiniz. senaryo yazarı, o aşağıladığınız kadınlar bir gün prenses olur çıkar karşınıza der kahraman üzerinden izleyiciye. müthiş bir göstergedir bu. her bir kadının içinde hayatı dönüştürüm becerisine sahip bir laloba'nın var olmakta olduğunu somutlayan bir gösterim biçimidir. bayılırım ben o yüzden bu tür sahnelere filmlerde. amaaan klişe bu demem hiç görünce. çünkü öyle olması gerekir. hayat klişelerle doludur çünkü... sandığımız kadar karmaşık değildir insan ilişkileri. Adem’le havva’dan beri yaşanan hep aynı şey.
ama zaman yolunda giderken insanlık, kendinden uzaklaştığı için çelişkiler artmış zamanla. bakmayın adem’le havva’dan beri dediğime. o lafın gelişi.. yoksa çok net farkındayım ki adem’le havva gördüğüm en güzel arketipler. yoksa gerçekte yaşamış iki tip olup onlardan gelmediğimizi kaç kere ispatlayacak bilim… insanlar bu arketipleri kendilerinin var olma serüvenini simgeleyen hikaye olarak değil de birebir gerçeklik sanınca, oradaki kerametleri görmek yerine, kendilerinin var oluşlarının somutu zannedip hepten kopuyorlar kendilerinden.
neden böyle bir arketipsel masal gerekmiş anlatmak için peki. insan erken doğumdur doğada. buzağı doğar ve az süre sonra kalkar ve yürür. aslan öyle ama insan yavrusu erken doğuyor maalesef. dışarda tamamlamak zorunda evrim ve gelişim sürecini. o yüzden boşluklar oluşuyor habire orasında burasında.. aşka bu kadar bağımlıdır o yüzden ve her şeyi bu kadar karmaşık yapar. hayatı öğrenirken evrim ve devrim sürecinde çok şeyi karıştırmıştır birbirine. ve uzaklaşmıştır doğasından. göremedikçe de hızla uzaklaşır daha da. sümüğünden utanır, memesinden korkar ya da ne bileyim; ya olduğundan çok çok güçlü görünme ihtiyacı duyar ya da tırsar geriye doğru. ne haddime der. dengeyi bir türlü bulamaz da bulamaz.
bu ağaçtan meyve yemezseniz burada huzur içinde yaşayıp durursunuz demiştir ya yüksek bilincin sesi. yani bilgiye bulaşmazsanız huzur içindeki cennetten kovulmazsınız. ama doğaya yakın olan kadın merak eder orada olanı. bilme ağacından elmayı koparma cesareti kadında vardır o yüzden bu hikâyede. kadın merak eder ve ilgilenir elmayla. masalın bu örgüsü kadını aşağıladığı, kandırılmaya ve kandırmaya müsait gördüğü için için değildir. doğası doğaya daha yakın olan olduğu için merak etmek ona yakışır bir roldür. ve şeytan değil yılandır orada ona elmayı gösteren. şeytan değil yılan… yani şifanın, tıbbın simgesi… bilmeyi işaret eden şifa kapısının sembolü yılan.. o eksik süreci tamamlayacak olan kadındır. aynı çocuğu büyütmekteki birincil rolü gibi. o yüzden yılan kadına gösterir tam da. yılan bilir ki erkeği o sürükleyecektir yapısı gereği öze.
ve elmayı yer. bilme ağacı olarak geçen şeyle temas etmiştir yani. “knowlwedge tree” diye geçer ingilizcede. ve bilir, görür, utanır diye söylenen şey gerçekleşir. avret yerine bir çınar yaprağı kondururken o yaprak da örtünme ihtiyacını simgeler aslında namusu değil. bedeni değil ruhu örtme gerekliliğini. var oluşunun temeli olacak bölgeyi örter. artık biliyordur ve huzurlu ortamdan çıkacaktır. o zaman korunaksız gezemez bitmiştir artık o laylay lom hali. çünkü gelişecektir kendisi arayacaktır önce eksikliğini fark edip tamamlanmayı arayacaktır. aşkı arayacaktır daha. ve o yaprağı bu kez bilerek oradan alması gerektiğini öğrenecektir aşkta. giyindiği kabanı diğer yarısının yanında çıkarması gerektiğini. aşkın ancak böyle olursa bir imkân sunacağını keşfetmek zorundadır yani.
bizde bu arketipler dine hizmet edecek şekilde kullanıldığı için insanı hizaya sokmanın aracısı olarak işlev görür. içine bakılmaz pek. elmaya dikkat çekilir ama ağaca çekilmez. elmayı yiyen havva adem’e de gösterir ve onu kandırır olarak ifade edilir. böylece korkutulur insanlık. insanın bilmeyişinden beslenecekler vardır çünkü…
“hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” diyerek de aslında bilmenin huzur bozan cennetten kovduran kısmına işaret edilir. kendi çözümünü de içinde saklamak zorundadır yin ve yang gereği… diyalektik gereği...
biz iyisi mi dönelim filme. orada bir bilme hikâyesi de vardır dedik ya film boyunca süren... kendi doğalarını bilirler julia ve richard ilerleyen hikâye boyunca adım adım... statülerinden de, statüsüzlüklerinden de soyunurlar. korkularından soyunurlar tek tek… adam çimenlere bastıkça, doğasına yakın olan kadınla birlikte kendi doğasına yakınlaştıkça yükseklik korkusunu bırakır. en içindeki şeyi salar kadın. kimselerle öpüşmüyor olması onun ruhunu koruma göstergesidir. savunma kapısıdır. bunu bırakır, teslim eder adama ve öpüşür. ikisi de tek tek kabanlarını soyunurlar film boyunca ve bu soyunuşun hazzını yaşarlar adım adım.
ama sosyallik vardır ya en temel omurgada. hiçbir aşk toplumdan soyut gerçekleşmez. kirlenmişlik ve onları kuşatacak açmazlar vardır toplumda. iki kişilik değildir çünkü hayat… masal ya da onu korumak için çabalamak gerektiğini anlatmak zorundadır film bize. bu işe soyunduysa bunu da işlemek zorundadır. madem anlatmaya kalktı düğümü göstermek zorundadır yani. eğer senaryosu içime sinecekse, ayakları yere sağlam değecekse onlar ermiş muradına olamaz birden. aradaki o yaman çelişki bir kez daha fırlamak zorunda olmalıdır hikâyede. bunu richard’ın iş ortamından arkadaşı figürü üzerinden yapar senaryo. iş arkadaşı, richard’ın birlikte olduğu kadının bir prenses değil de fahişe olduğunu öğrenince sarkar kadına. ve o anda richard gelir savurur yumruğu, prensesi kurtarır.
ve hiç unutamadığım ve beli ki unutamayacağım sahne yaşanır işte orada... her türlü şey sanki bu sahneyi hazırlamak için gibidir senaryoda. azına razı olmam deyince prenses, richard “ben sana hiç fahişe gibi davranmadım” der ve odadan çıkar. ne zaman aklıma gelse, her daim içime oturan bir ağlama duygusunu tetikler prensesin cevabı bende:
işte şimdi davrandın, der prenses... işte şimdi bana fahişe gibi davrandın.
o kadar detay gibi görünen bir ana omurga ki bu anlamak acıtıyor insanı. oysa hayatın bilgeliğinde kalbi tüyle tartmak gerektiren çok ince titreşimler vardır. tomasi di lampedusa'nın "leopar" romanından sinemaya aktarılan ve sinema tarihinin başyapıtlarından sayılan aynı adlı filmin sonunda bir cümle geçer. yazar roman karakterlerinden prens salina'nın ağzından der ki:
"her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyi değiştirmeliyiz.”
julia da aynı yerde, aynı konumda kalamazdı artık. o aşkın içinde tanımlandığı konumda kalsaydı aşk biterdi biliyordu bunu… aşk fazlasını ister insan bir kere uyanmışsa. yani en özdekini yaşamak ister. hiç bir biçim, hiç bir gömlek kaldırmaz çünkü soyunabilmek. adamın fahişesi olarak kalamaz artık yanında julia. o yüzden gider filmin sonuna doğru. benle kal der ya richard, ama eşleniği olarak değil metresi gibi yani bir anlamda statüyü koyar araya. aynı "ben sana hiç bir zaman fahişe gibi davranmadım" dediğinde yaşattığı şey gibi.
senin fahişeliğin ve benim iş adamlığım önemli değil biz birlikte olalım deyince olmuyor işte özler… ve gider prenses. bu durum karşısında gitmek zorunda kalır. adam her kadının içinde saklı prensesi vivien’da göremeden, o bilince ermeden şerefsiz arkadaşına yumruğu patlatmış olması yetmez kadına. gereklidir ama yetmez işte o safhada artık. aşkı kesmez o kadarı, çok daha fazlası gerekir soyunmak için... statülerinden vazgeçebilmek gerekir. o süslü gömleklerinden. arkadaş çevrende yarattığın havadan, maldan mülkten gerektiğinde. "iki gönül bir olunca samanlık seyran olur" cümlesi de bunu anlatır. aşka soyunmak gerektiğini... sadece elbiselerden değil öğrenilmiş ve sonradan edinilmiş her şeyden teker teker.
ve o yüzden richard yüzleşmek zorunda kalır içindeki tamamlanma isteği ile. boşluğu ile yüzleşmek zorunda kalır. yoksunluğu yaşamak zorunda kalır. ancak bu duyguyu yaşayınca prensesin peşine düşebilecektir çünkü. anlamak kapısından geçince yani… kapısına gider prensesin. bırakabildiğini göstermek için krallığı ile gitmek zorundadır ki kraliçesine gider yani... onun içindeki kraliçeyi gördüğünü bas bas ilân etmek durumunda kalır. bunu da o kapıya korna çalarak gelip, prenses viviaaaan diye sokakta bağırarak yapmak durumundadır. aşığa sokakta bağırtarak seslendirmiş senaryoyu yazan. çok güzel bir gösterge. açık alanda sahiplenmek durumundadır aşkını hak ettiği yerden. ben seni benden aşağıda olsan kabul ederim diyen bir küstahlıkta değil. kendisi de sokağa inerek…
at figürünü temsilen limuziniyle gider adam. tüm göndermeler müthiş ve yerli yerindedir filmde modern zamanların aşk masalı deyip geçemeyeceğimiz kadar derindir anlattıkları filmin. haydi bunu da söyleyeyim eksik kalmasın; masallar bizi uyutmak için değil uyandırmak için vardırlar.
aşkın gözü kördür, derler ya. doğru... önce yaramıza derman olacağını içimizin ilk dakikada tanıdığı kişilere aşık oluruz. sonra tam da aşık olup kendisine tutulduğumuz aynı özelliklerden bu kez rahatsız olur tutuluruz. işte orası derman kapısı. bizi zorlayıp şifalandıracak yer tam da orası.
işte kocaman imkânın açıldığı yer de orası kotarılabilirse bihakkın. sağlıklı bir aşka geçiş kapısında önce gözler açılır. ve ben buyum, ne kendimin, ne senin daha azına razı olmam der taraflar birbirine. bu kapıdan geçeceksek ve burada kalacaksak mutlu olmayı isteyerek soyunacağız. ikimiz de en dibe kadar soyunacağız. kalkanlarımız varken sevişemeyiz. kirli sözler biriktiyse anılarımızda bu iş olmaz hakkıyla. Paramızdan, pulumuzdan, malımızdan mülkümüzden, mevkimizden, titrimizden soyunacak ama lafını bile etmeyeceğiz bunun. filmde olduğu gibi ben bunun lafını bile etmem diyerek hele hiç etmeyeceğiz.
seveceğiz sadece. bir kadın bir erkek olacağız sadece ve sadece. ya da gayleri lezbiyenleri de dışlamayalım; bir eril ve bir dişil enerji birlikte ve birbirimize akacağız. ne adımız kalacak sevişirken, ne şanımız… kapıda bırakıcaz bir bir hepsini. ve içeri almıycaz. orada bihakkın soyunamazsak o erken doğumla tamamlanmaya çalışma imkânımızı da alırız elimizden. içimizde boşluk bile değil o kocaman oyukla gezmek durumunda kalırız işte o vakit.
o yüzden binelim atımıza ve gidelim derim prensesimizin kapısına. ben geldim diye haykırarak ne müdürüm ne amir, ne işçiyim ne memur o noktada… ne bilen ne bilmeyenim... sadece öğrenciyim aşkın yolunda. ne param var ne de yok işte... hatta o kadar ki para diye bir şey yok aklımda, mevki diye bir şey yok. ne şiş yansın ne kebap yok işte o kapıda. sadece öpüşmek var; öyle ki öpüşmeyi söylemekler bile yok. “doruk anlar yinelemezler” der ya borges. yani öpüşmek var. öpüşmek var öpüşmeyi anlatmak bile yok. başka bir doruk an yakalamak için uğramaktan başka şansımız yok.
tam da köprünün altında öpüşmek… köprü diyorum boşuna değil bu köprü sözcüğü.. tüm kalıplarımızdan ve dahası o kalıpları bize yama yapan korkularımızdan soyunabilirsek sevişicez. o bir yerden bir yere geçiş anında, bir hâlden bir başka hâle geçiş anında. ve kimsecikler duymayacak işte o zaman... o kapıdan geçilince başkaları alınmıycak odaya.
Aynur Uluç
radikal iki
8 11 19