aklımız kayıp şarkılara kayıp giderken
anadolu sözcüğü daha duyduğunuz anda, oldukça geniş bir açıyla alır götürür sizi. kucaklayan bir yanı; doğurgan bir yanı olduğunu bilirsiniz bu sözcüğün. anadolu’ya dair genel bir kanınız vardır ve ayrıntıları bilemeseniz de, için için genel hatlarıyla aslında bildiğinizi düşünüyor da olabilirsiniz. gün gelir bir film ismi, anadolu’nun kayıp şarkıları olduğunu söyler. merak edersiniz; kayıp şeyleri keşfetmeye meraklı her insan gibi. iyi ki de merak edersiniz. belki de sırf isminin davetine kapılıp açarsınız anadolu’nun kapılarını. ve filmin ilk karesinde karşınıza birazdan ne göreceğinize dair ünlem işareti gibi duran şöyle bir cümle çıkar:
“güneşin yükseldiği yer demekti anadolu”
şimdiye kadar bildiklerini tut hele bir kenarda, güneşin yükseldiği yerde ne sürprizler var daha, der gibi. eski zaman uygarlıklarındaki ruhun bu ezgilerde olduğu yazar perdede. belli ki, güneşin doğduğu yerden haber gelecektir, geçmişten dem alıp çıkacağınız yolculukta. güneş yükselirken mayasında neleri de tutmuş; belli ki birazdan içinize işleyecektir. böylesi bir hevese kapıldığınız anda gözünüzü istanbul’un kareleri kaplar. gökdelenler, ekranda evrile çevrile yükselir görüntüde. insanları, vapurları, yolları, arabaları içinde istanbul sahnededir. gizli açık kapılarıyla göz kırpar farklı aralıklardan. insanı çeken ve iten hali dengede öylece durur. ve bir sokak çalgıcısının saksafonunun karanlık boğumlarında kaybolup, bir dağın tepesindeki bulutla eklemleniriz anadolu’ya. ilk görüntümüz bingöl’de sarp bir kayalıkta oynanan kartal oyunu’dur. biz de, o tepelerden kartal gibi uçar, kars’a varırız. oradaki aşık atışmasından nasibimizi alıp bir anda muğla’daki aşık- maşuk’a geçer gözlerimiz. renkler belli eder ki; hazine belirmeye başlamıştır artık. muş varto’da iki dengbej kardeşin söylediği narin keklik türküsünden sonra gelen şu cümle karmakarışık olan duygularımıza yön verir:
“sesi güzel olmak, coğrafyadaki acılardan kaynaklanıyor.”
ancak anadolu insanı acısını bal eylemeyi de bilmiştir. bunları düşünürken kendimizi trabzon tonya’da buluruz. horonun karadeniz insanı için önemi farklıdır. işlevi farklıdır çünkü orada horonun. bir cenaze evinde üşüdükleri için horona duran köylülere cenaze sahibinin “bana da yer açın” şeklindeki ifadesi, o bölgede dansın hayatın hâllerinin nasıl bir paydası olduğunun delilidir.
ölüm de, tıpkı yaşam gibi bulunduğu coğrafya ile şekilleniyor. bulunduğumuz koşullarla oluşuyor yargılarımız. oysa belki de yanıt basittir. artvin’den deli şevki; “kimseye boyun eğmeyen, kimseye zarar vermeyen kişiye derler deli” diyor. belki de akıllı olmamak gerek, diyesi geliyor insanın. ben delilik ne, akıllık ne diye sorgulayadurayım, kuşlar gibi ağız ağıza verip türkü söyleyen kadınlardan birisinin türküye katılmayıp kenarda hüzünlü duruşu zihnime kazınıyor sanki. daha sonra filmin finâlinden edindiğim bilgiye göre, köprü ortasında imiş söyledikleri türkünün ismi. bir köprü ortasında kalakalmış dört kadın gibiydiler gerçekten de. ve üçü söylerken dördüncü kadın, sanki susmuş da söylenen türkünün bir dizesinde oturuyordu:
“üzüm toplayamaz kuvvetsiz kolu”
ve bu kez, güçlü olmak zorunda kalan bir başka kadının kolları, bir sırt dolusu dalı iki büklüm taşıyan yetmiş- yetmiş beş yaşlarında bir nine beliriyor karelerde. sırtında yük, elinde bir dayanak, küçük adımlar atarken bir yandan da olanı biteni anlamaya çalışıyor. siz niye geldiniz buralara, diyor film ekibine. “karıların resmini mi çekmeye geldiniz?” bu tatlı yanıta gülümsüyoruz elbette ama bunca emeğin hakkını teslim etmek için düşünüyoruz da bir yandan. evet, sahi ne için gelmişti film ekibi oraya. sekiz yıl anadolu’da dolaşıp kırk bin kilometre yol yapmış nezih ünen ve ekibi. müthiş bir müzikal belgesel çıkmış ortaya. bu zenginliğin insanı çeken albenisi çıkmış. belki onlar da yola çıkarken böylesi bir projeye dönüşeceğini bilememişlerdi düşüncelerinin. bu kadar zenginliğe karşın sinemalarda gösterimi çok kısa sürdüğü ve film tanıtımı yeterince yapılamadığı için maalesef pek çok kişiye ulaşamadı film. ancak inanıyorum ki; bu kişiler “anadolu’nun kayıp şarkıları”nın sitesine girip bilgi edindiklerinde dahi filmin dvd’ sini, ya da kayıp seslerin toplandığı albümü edinmek isteyeceklerdir.
ben düşüncelere dalıp gitmişken, perdede artvin macahel’den bir gürcü koro, çok sesli müzikleriyle ezberimi bozuyor. diyarbakır’da pamuk tarlasındaki genç kızların türküsüne kulak kabartıyoruz sonra. filmde geçen her türküyü giriş bölümünde çıplak sesle, ikinci kuplede ise enstrumanlar eşliğinde dinliyoruz. böylece perdede gördüğümüz renk ve ses cümbüşü kulaklarımızda bir senfoniye dönüşüyor. derken hatay’da, işiyle kurduğu yaman ilişkiyi anlatıyor, karede bir adam. kendi yazdığı tezgâhım isimli türküsüyle anlatıyor en çok. en çok tezgâhına doğru yönelttiği derin bakışlarıyla anlatıyor. doğanın seslerinden oluşmuş ezgilerin koynunda geziyoruz bizse; başak sapının kesilişinin, çamaşır tokacının, demirin dövülüşünün armonisinde çıktığımız yolculukta. kâh süryani bir kadının desenlerinin ucuna takılıp, kâh kars ahtamar ve ani görüntüleriyle süren bir yolculuk bu; bir teyzenin sesinden rumca içimize akarken şu soru:
“turnam, bizim memleketten haber var mı?”
dinlediğim ezgiden el alarak, insana bir ortak memleket var mıdır hakikaten derken; antalya kaş’ta bir rembetiko grubu beni şöyle yanıtlıyor sanki:
“dünyayı seviyorum, çünkü dünya güzel
dünyayı seviyorum, çünkü içinde sen yaşıyorsun.”
bir dolu dünya. anadolu’nun içinde her renk, her ses var dercesine acısıyla, emeğiyle, hüznüyle, coşkusuyla, sesiyle, feryadıyla bir dolu dünya. ama nasıl da ortak öte yandan insanın dili. urfa’da “ayrılığın içime kan doldurdu gittikçe” derken bir türkü, karsta bir çoban dağlarda “ben öleyim.” diye ağıt yakarken acı titreşiminin insana dair ortak dokusunu içimizde duyuyoruz. şunu anlıyorum; neresinde olursak olalım farklı dini, farklı insanı da kucaklayan tavırla bezenmiş anadolu. konya’da bir su gibi dinlediğimiz farsça şiir, tam da bunu söylüyor o anda:“sen bensin, ben senim…bu kavga niye” diyor. “midyat hristiyanlarının şerefine” diye anlamlandırılarak başlanan türkü, kucaklayan bir aralıktan içimizi oynatıyor artık. midyat’ın, harran’ın sapsarı rengi her şeyi düzeltip iyileştiren bir güce sahip sanki. güneşin yükseldiği yerin sarısı, kırmızısı, moru, yeşili var anadolu’da; tekrar anlıyoruz.
bir rüzgâr gülü dönüyor perdede. doksanlık nenemiz ağzında kalmış tek dişiyle durmadan, bıkmadan söylüyor türküsünü. sözler bir çağıldayan gibi büyüyor nenenin nefesinde. ancak aklıma kazınan şu bölüm, sanki filmin özetini veriyor gibi:
“karşıdan öter kuş diloy canoy yarem
kuş kuşa yem götürür diloy canoy yarem”
evet…kuş kuşa yem götürür. bizler de öyle olmalıyız belki de. biraz önce sözünü ettiğim ağız ağıza vermiş türkü söyleyen kadınlar gibi. belki de o yüzden yazıyorum bu yazıyı. kim bilir.
uzatın ağzınızı…
Aynur Uluç
25 02 2010