su, birleşme meylindedir.
havada uçan iki su damlası, uzayda birbirini çekerek birleşme meyli gösterir. uzay gemisinde giderken çekilen bu ayrıntılı sahneyle başlıyor avatar. altı yıl süren yolculuk uykusundan uyanan jake sully’nin gözünü açtığında karşısına çıkan görüntü bu. oysa yolculuğu asıl şimdi başlıyor. hayatla ölüm arasında seçim yapmasını zorunlu kılan bir sürecin yolculuğu. doğal hayatla, sahip olan, yakan, yıkan, ele geçiren ölümün gücü arasında. bir yerde doğayla dengenin uyumunu yakalamış ama kendisinden farklı canlılar, diğer yerde her türlü zenginliği sadece kendisine ait görüp oraları işgal etmekte yanlış bir taraf görmeyen bir bakış.
aslında son samuray, kurtlarla dans gibi filmlerden alışkın olduğumuz tema, burada da biçimsel bir farkla karşımıza çıkıyor. vahşi gösterilenleri alt etmek için düşle gerçek arası bir dilimde onların içine karışan jake, bir süre sonra hangisinin gerçek olduğunu sorgulamaya başlar. bir yer gelir ve açıkça gözükür ki, gerçek olan tek şey, egemen düşüncenin evrendeki her türlü zenginliği-yakıp yıkmak pahasına-kendisinin kılmaya çalıştığı ve bu anlamda da ordusunu, bilgisini, gücünü kullandığı; hatta bilimi bile bu amaçla kullanmak istediği, öte yandan bu duruma karşı doğal yaşamın -tüm canlılarıyla birlikte davranarak-kendisini koruması gerekliliğidir. eyva olarak temsil edilen gizem, aslında hayatın dengesidir. “eyva taraf tutmaz, sadece dengeyi korur” cümlesi zihnimizde özel bir yer tutar.
stanislaw lem’in solaris’inde kendi başına organik bir canlı olarak davranan okyanus vardı. bu filmdeyse pandora, ağacıyla, çiçeğiyle, hayvanlarıyla orada yaşayan tüm canlıların birbirine bağlı olduğu, hatta neredeyse “tek bilinç” şeklinde davrandığı bir gezegen. bir saldırı karşısında kendilerini savunma noktasına gelene dek, bilincin bu denli güçlü olduğunu, onun içinde yaşayan na’viler de bilmiyordu belli ki. onlar kendi doğallıklarında yaşarken savaşmaya ihtiyaç duymuyorlardı. o nedenle savaşçıları değil, avcıları vardı. kendini savunmak için bile olsa savaşmak, başka bir bilgi ve taktikler toplamı. oysa düşmanla refleks halinde değil, plânlı bir savaş yöntemiyle baş edilebilir. savaşmayı bilmekten gelen bir askerin yöntemleri işe yarıyor ancak, bu gezegende yaşayan tüm canlıların yardımı olmadan, doğal hayatın teknolojiye karşı savaşması zor. insanı doğanın bir parçası olarak gören bu bütünleşme halini kaybetmememiz gerektiği teması, filmin belki de en önemli mesajı.
uyurgezerler
bir başka önemli nokta da, na’viler insanları fiziksel özellikleri sebebiyle küçük, beyaz gibi fiziksel sıfatlarla değil, “gökten gelen yabancılar” olarak adlandırmaları. saldırgan insanlar için söyledikleri en ileri giden sıfat, “uyurgezer”. ormana saldırmaları nedeniyle onların kötü olduğunu düşünürler. buna karşın insanlar, kendilerine hiçbir zararı dokunmayan gezegenin yerel halkı na’viler için vahşi, ilkel gibi sıfatlar kullanarak, onların yok edilmesinde hiçbir sakınca görmezler.
jake, navi’lerin arasına başka bir bedenle katılmıştır. buradan hareketle bedenlerin de sadece kimlikleri taşımaya yarayan araçlar olduğunu anlarız. kadın kahraman neytiri’nin, jake’i insan olan bedeni içinde gördüğünde “seni görüyorum” deyişindeki incelikte tam da bu vardır. bedensel özelliklerden söz ediyorken değinmeden geçemeyeceğim. özel bir alet içinde uyuduğunda gittiği gezegende, gerçek yaşamında sakat olan bacaklarını kullanabiliyor olmak başlangıçta jake için bir çekim merkezidir. bu durum onda oraya gitmek için bir coşku, bir heves hali yaratır doğal olarak. ama bu konunun onun psikolojisinde yarattığı devinimleri yönetmen hızlı geçer. ben bu hızlı geçişin bilerek yapıldığını ve bunun film için doğru olduğunu düşünüyorum. çünkü filmde altı çizilmek istenen olgu, jake’in kendisi için cazip olanı değil, yaşam şekli olarak güzel olanı seçişidir.
bir biçim olarak bilimkurgunun önemli rolü, ortaya konan eserde reel olan bir toplumdan farklı zemin yaratarak, yaşadığımız gerçekleri hiçbir savunma veya saldırı içeren düşünce oluşturmayacak şekilde tarafsız okuyan bir paylaşımcı oluşturmasıdır. filmlerde görmeye alıştığımızın aksine, finale yakın bölümde aksiyonu yükselten savaş sahnelerinde bir klişe olarak albayın ve jake’in teke tek karşılaşması heyecanı artırırken, albay figürünün ve dolayısıyla ordunun aslında sistemin savaşan kanadı olduğu görmezden gelinmiyor. daha sonraki sahnede, geri gönderilen gök yabancıları arasında şirketin müdürünün de olduğunun gösterilmesi ile na’vilerin savaştığı şeyin aslında albay ya da ordu değil, bir düşünce olduğunun altı çizilmiş oluyor.
yönetmen james cameron’un teknik olarak daha yetkin olanaklara kavuşup da seyirciyle öyle buluşması için on altı yıl beklettiği avatar, bu bekleyişin hakkını veriyor. teknik olarak hiçbir efekt sizi filmin doğallığından koparmıyor. yaratılan görsellikte kendinizden geçiyorsunuz. ve bu sarmalanmışlık içerisinde kendinizi salmışken jake, insan görüntüsüyle son kaydını yaptığı video günlüğüne, kendisi de o yabancılardan birisi olarak doğmuş olmasına rağmen, dünyanın gidişatına şerhini açıkça koyan şu cümleyi söylüyor:
“gökten gelen yabancıları, kendi çürüttükleri gezegenlerine geri gönderdik”.
Aynur Uluç
radikal iki
27 12 2009