içimizdeki yükleri atmak
evimdeki eskileri atıyorum bugünlerde bol bol. öyle böyle değil attıklarım. resmen her şeyi azaltıyorum. ben bile inanamıyorum vazgeçtiklerime... hayata atılmış çentikler de çıkıyor karşıma yer yer … meselâ şu cümleyi bir deftere not almışım. başka da not yok defterde:
"insanlara ağır gelen gerçeklerdir; sırlar değil... bu yüzden gerçekleri sırlaştırırlar. "
etik yanım çok kuvvetlidir bilenler bilir; illâ ki not alırım bu sözü kim söylemiş... murathan mungan, "kibrit çöpleri" kitabında fısıldamış kulağımıza.
şimdi kum saatini şöyle bir kulağından tutup terse çeviren bu cümle karşısında bir iki saniye kaldım bir önce. bilmediğimiz bir şeyi söylemiyordu aslında ama allah için güzel söylüyordu gayet de derli toplu... ancak beni vuran yanı o değildi işin... tam da kendisi gibi sözün; görmezden geldiğimiz bir şeyi söylüyordu cesaretle. gerçeklerle yüzleşemediğimiz için bazı şeylerin üstünü örttüğümüz yetmiyormuş gibi bunu böyle yaptığımızın da üstünü örtüyorduk çünkü biz. hatta öyle tersinden bir hâl alabiliyordu ki durum evlere şenlik. içimizdeki o su geçirmez örtüler yavaş yavaş buzlaşırken; gün gelip sırlara güzelleme düzecek kadar geçebiliyorduk kendimizden.
bu “kendimizden geçme” sözü iki anlamı da barındırıyor, çizmiş olayım ben altını. yok ben birisini anlamıştım demek yok sonra… kendinden geçip bundan zevk almaya başlama hali işin ikinci aşaması bayanlar baylar. ilki, kendinden bu denli vazgeçmek safhası; hiç duramamak kendinin arkasında... bu da toplumla bir nevi uzlaşmak aslında... kötü addedilmiş her şeyimizi apar topar saklamak ve iki yüzlü bir riyanın içine yerleşivermek... sonra kalakalmak yaralarımızla…
sırlarını en kıymetli şeyi olarak taşımak, içini hiç sızdırmayıp tamamen susmaktansa nispeten güzel bir cesaret , çünkü bunda şu dip mesaj geçer aslında bize. "size söyleyemediklerim var benim ve bunlar benim için kıymetli, beni ben yapan şeyler bunlar, anlatsam beni paçavra edersiniz, çünkü siz kendinizle barışık değilsiniz."
hiç değilse sırrım var deyip sırrının arkasında durmak bir nevi.... asıl her şey böyle normalmiş gibi yapılan ve görülmeme alanı yaratan ya da onu aynen devam ettiren şeyler çok fena.
insanlığın yok saymayı tercih ettiği şeyler; örneğin düğün dernek halay yapıp o gece sevişilmiyormuş da çocukların mürüvveti görülüyormuş gibi gibi yapmalar, yalandan yere kutsallaştırmalar, sofraları ustalıklı adap, estetik, görsellikle süsleyip tuvaleti ayıp saymalar...
örnekler çoğaltılabilir, keşke çoğaltılamaz olsaydı, diyor insan.
*
*
ahh bu eskileri karıştırmak çok faydalı bir şeymiş, yeniden bir gözden geçirmek... ne çok çöpümü attım dedim ya demin. zamanında kıymetli şeyler diye saklamışım tabi hepsini… şimdi nasıl bir ermişliğe büründüyse içim direk sallıyorum. ama süreci dolmuş mu dolmamış mı diye bakıyorum elbet bir önce. şu anki ben, hangilerini seçerdim oluyor nirengi noktam. hangisini yaşamıma yeniden alırdım ben bunların, hiç girmemiş olsalardı… hangisi bedenimde ve ruhumda sürüklediğim tortu, hangisinin rengi halâ sıcak içimde… sonrası kolay; sürüklenenler dosdoğru çöpe… diğerleriyle belli ki birazcık daha sürecek yolculuk var. bunu en iyi insanın içi biliyor. akılla değil bu seçim. aslında eşyalarımı değil içimi temizliyorum ben. içimdeki yükleri atıyorum her bir sembolle. her bir sembolde bu gerçekten gerekli mi bana diyorum.
*
*
işte böyle eski evrakları, defterleri seçerken ilgimi çeken bir defter daha çıktı karşıma… ahh canım oğlumla bir sohbetimizden inciler dökmüşüm oraya da. aramızda geçen konuşmayı tek tek yazmışım üşenmeyip... seviyorum oğlumun incilerini toplamayı hayattan.
sırlar dedik, yaralar dedik ya yazımızın başında; konuyla tam da ilgili çıkmasın mı bu sohbet. bir yara dağlama sahnesindeyiz şimdi düşünün. hangi mekanizmalar giriyor devreye açmış tek tek sohbette. biz erkek adamız ağlamayız mı er kişiysek… ya da dişiysek kızılcık şerbeti içmeye övgüler mi döne dönüle…biçimi ne olursa olsun içimize gömmeye mi işin özü. öyle ayyyy ne arabesk yaklaşımlar bunlar, yapmayın hemen... pratik hayatınızda, bal gibi de yaptığınız bu. içine hep düştüğümüz hâller. söylemler arabeskin dibine vurunca sanki sizde hiç yokmuş gibi. sıkılmasın canınız hemen. tamam beni kandırın ama kendinizi kandırmayın bence diyerek son uyarımı da yapıyorum.
dikkat dikkat! burası son kaçma kavşağı. çıkıştan önce son uyarı. hala bir şansınız var yazıdan kaçmak için.
kaçmadınız mı… buyrun o halde, anlatıyorum:
devin çınar’la yaptığımız sohbetin başlığı enteresan. “dişi ve erkek yanlarımız ve yaralar… ”
önce kadın yanınla yaranı fark edeceksin, demiş... ben bu cümlede merak saldım bir kere. hımm... iş ikiye ayrılıyor demek içimizde de… enteresan. devam ediyorum efendim.
kadın yanınla fark ettin ya… acısını yaşayacaksın, bütünleşeceksin. sonra erkek yanınla orayı dağlayacaksın ve aşacaksın. oo ne var bunda ben bunu yapıyorum zaten diyenleriniz çıkacak sözün burasında. yok yok acele etmeyin şapkadaki tavşan şimdi çıkacak.
fark etme aşamasında kalındığında ( yani sırf dişi taraftan bakılıp orada kalındığında ) o halâ sizi acıtan, sakatlayan ve açık bir şey. dağlanmayı yaşamadan aşamaz. dağlanacak ve bu dağlanma sizde iz bırakacak. ve o yara işte o zaman savaşa katıldığının ve hayatta kaldığının sembolü… cesaretinin sembolü... o savaşa girmiş olduğunun. (işin savaş kısmı erkektir.)
dağlamak örtmek gibidir bir yanıyla. şöyle düşünmek lâzım; örtmekte sakınca yok. örtülecek elbette. kurşunu çıkarmadan örttüğünde sorun var. önce birinci aşamayı ( yüzleşip tanışma) yaşayıp, sonra ikinci aşamaya vardığında (yani kurşunu çıkardığında) yara halâ açık. işte ondan sonra dağlıyorsun orayı. izi artık senin cesaretinin sembolü oluyor. bir çok insan kurşunu çıkarmadan dağlamayı seçiyor. işte bu sıkıntılı.
dağlamak için hazırlık irini boşaltmakla oluyor önce, duyguları bilmek yetmez, boşaltmak gerekir derler bu işin hakiki uzmanları. o yüzden ağlatırlar sizi ve o yüzden yastıkları yumruklatırlar. o yüzden bilmediğiniz bir dilde bağır çağır boşalt dök içini derler. hırla çığlık at, tepin.. bedeninizin buna ihtiyacı var. sonra tamam deme vakti geldiğinde net hallere geçebilmek zamanı… doğrulup hayata devam edebilmek için.
kötü diye mimlediğimiz ezberlerimiz var... meselâ depresyon... depresyon sizi iyileştirmek içindir. tüm dış verileri azaltıp sadece içinizdeki o görmediğiniz alana bakabilmeniz için bir koruma kalkanı yaratmak için. veri azaltır ki kafanız karışmasın ve odak sorunu görün. o yüzden hayattan koparır sizi. bilinçaltınız bakar ki siz bunu yapamıyorsunuz bağlantınız kesilmiş içinizle. beden yapmak zorunda kalır o odaklanmayı...hoop verileri azaltır.
*
*
bunları yeniden anımsayınca ister istemez içime baktım hemen… dedim ben yolun neresindeyim. yaralarım açık mı, üstünü mü örttüm. dağladım da mı örttüm, akıttım mı suyunu örtmeden önce. bunu yaptığım alanlar oldu ve yapamadığım ki bunca çöp biriktirmişim. ama şimdi atma zamanı gelmiş büyük çoğunluğunun. kitaplarına kıymak bile değil yaptığım; direk bırakmak... öyle ki vedalaşma ihtiyacı bile duymadan bir bırakmak bu... bedenin sürecinden okumak olup biteni...
*
*
geçenlerde kolumda bir sinyal olunca hemen almıştım işi ele... sol elim zonkluyordu ve parmaklarım tek tek… önce bedensel olarak ne oluyor bana diye bakmak için doktora koştum. beyin mr görüntüleri, ekg, kan, idrar sonuçları derken her şey çok düzgün çıktı. sonuçların tamamlanması bir süre aldı. haber verdim tabii ki aileme... ben bu testlere giriyorum şu şu sebepten diye... sonuçlar düzgün çıktığında kardeşimden gelen yanıt müthiş bir çözümleme içeriyordu:
“ne harika bir haber ablacım demek ki hayat akışına uygun yaşamışsın ömrünü ki bedenin içinde her şey yolunda” demiş..
tüm bu testlere sebep olan kolumun uyuştuğu güne gitti aklım mesajı okuyunca, söylediği şeyin sağlamasını yapmak istedim… testler çıkana kadar çözmüştüm çünkü ben sorunumu ve kolumun zonklamasını uyuşmasını o gün geçirmiştim... nöroloji doktorunu beklerken hastaneden dışarı çıkmak istemiştim çok sıra vardı. kadıköy’de halitağa caddesini bilenler bilir trafiğe kapalı, çok kalabalık bir caddedir. insanlar geçer sürekli her yerden… yanda kafeler, dükkânlar, büfeler, sokak satıcıları... çok yaşayan bir yerdir yani, şehrin kalplerindendir resmen soluk alıp verir.
işte o caddede kaldırımda bir bankta oturmuştum. öyle bir kadın yanaşmıştı yanıma. elinde parti kağıtları vardı tarih seçim öncesi. ne düşünüyorsunuz, diye sordu.. ilginç bir yanaşma biçimi, dedim içimden yalan yok. direk yüzüne baktım. elindeki seçim kâğıtlarını hızla arkasına sakladı.
hayır hayır, dedi. sorumun bununla ilgisi yok, gerçekten sizi merak ettim. ne derdiniz var, size nasıl yardım edebilirim. belki bir fincan kahve ısmarlasam size şuradaki kafede…hemen kaldırımın yanındaki kafeyi işaret etti eliyle. size yardım etmek istiyorum.
o anda yüzüne baktım gözlerinde hakiki bir ilgi vardı. o kadar mı belli oluyor, dedim.. evet, deyince içi dışardan görülen olmanın dayanılmaz iç titremesiyle olacak, ağlamaya başladım. şu anda yardımcı oldunuz, dedim.
o kadar zarifti ki gözleriyle beni anladığını belli etti ve direk uzaklaştı. beni yalnız bıraktı yani. hiç yormadan, ikinci bir laf etmeden. bilip bilmeden akıl vermelere ya da gereksiz meraklara girmeden... bu kadar nezih bir sorma ve yalnız bırakma biçimi...
bakışlarında kendimi görmüştüm. gözümde içimi görmem için sinyal olan yaşlarla burnumdaki sızıya baktım. ahh dedim aynur demek bu kadar çoktu içindeki arbede... nasıl saklamışsın vallahi bravo dedim. bir saniye önce farkında bile değildim içimde dönen fırtınanın. kolum sinyal göndermişti ama ben halâ değildim işte... daha ne yapsın… ama o anda dışardan da görünmesi benim için bir anda görünür yapmıştı her şeyi ve buz dağı eriyiverdi ve gördüm ki iyi değildim. kolum elbet zonklardı. parmaklarımın teker teker zonklaması bile yetmemişti işareti görmeme.. insan insanın aynasıdır derler ya. ayna göndermesi gerekmişti doğanın. ama bu sefer görmüştüm işte. işte bu nokta çok önemli… bir güzel ağladım önce… sonra anladım ben seni dedim kendime.. o gün çözdüm sorunumu biliyor musunuz. o gün ayıldı kafam...
*
*
ahh bu nokta da işte soruyu kendinize sorma yeri yazının. bırakın şimdi beni konu ben değilim burda. ben konu mankeniyim sadece şimdi... ah aynur şimdi nasılsın peki, bak dikkat et kendine, gibi cümlelerle kendinizden kaçmayın... kaçmanıza değil bulmanıza vesile olmak için yazılıyor bu yazı…
*
*
siz ne yaptınız bir sorun bakalım içinize. ya da yapmanız gereken yerde ne yapmadınız? nasılsın diye bir sorun bakalım içinize… şefkatle ve ilgiyle sorun her zaman birisi gelip oturduğunuz banka yanaşmayabilir yardım için. sorunun hakkını vererek sorun ama… bu soru pek bir ayağa düşmüştür çünkü… yalandan yere kullanmaya alışkındır toplumun dili... eh kendimizi toplumdan ayrı düşünülebilir miyiz bize de bulaşmıştır illâ ki… aman deyim aman; sizin sorunuz yalama olmasın sakın... kendinizle usulen konuşmayın. size bir şeyler diyebileceği kadar bir bağlantı bıraktınız mı, içinize önce onu bir sorun.
anlatmaya niyetlenirse dinleyecek misiniz asıl... nasıl anlatacak peki, dili yok ki garibin; nasıl rehberlik edecek size… rüyalarınızda açacak kapısını yeterince gevşetebilirseniz civataları ve güvenebilirse size. minik minik sızılar gönderecek önce bir. burnunuza meselâ. boğazınızda yumru gibi sinyalleri olacak… belki bir ağlama duygusu. o zaman anlayacaksınız ki doğru yerden almış soruyu…
belki zamana yayılacak yol alması; size nasıl güvensin yıllarca duymadınız… ama bir şey deyim mi sorarsanız mutlaka dinlemelisiniz. böyle bir aralık kapı bırakmadınızsa bile şimdiye dek, samimi bir soru kapıyı aralayacaktır emin olun… bıraktınızsa zaten; ah ne güzel... nasıl rahatlar ve anlatır kendi lisanı meşrebince… dinlendikçe içi nasıl da coşar. ve bu nasıl güzel bir duygu.
kendinle kucaklaşmak…
aynur uluç
11 04 2019